Aykut Kocaman, Emre, Topal ve Salih'in yokluklarında Caner tercihini kullanarak, futbolun temel klasiklerinden biri olan 442 ile dizilişiyle başladı.
Genel olarak 442 oynamayı ileride çift santraforla rakip kalede daha etkili olmak şeklinde anlıyoruz. Oysa öyle olamıyor. Orta alandan Selçuk İnan benzeri kanatlara ara paslarla top atacak ve o toplara boş koşular yapacak oyuncularınız olması gerekiyor.
Ne Baroni ne de Raul bu şekilde oynamaya alışkın değiller, zaten pozisyonel anlamda kanatlara topu dağıtacak özellikleri de bulunmuyor. Daha çok kısa paslarla merkezden hücum etmeyi biliyorlar.
Sol kanatta oynayan Caner'in hızlı bir oyuncu olduğunu söyleyebiliriz ancak beden hızıyla düşünme hızını bir araya getirmede zorlanıyor. Oyunu üç boyutlu göremiyor. Biraz da topla oynamayı seviyor. Bütün bunlar kuşkusuz bir araya geldiğinde ortaya topları sürekli ezen, boş pozisyonlardaki arkadaşlarına pas vermeyen, kaptıran bir futbolcu profili çıkıyor.
Aynı şeyleri Kuyt için de söyleyebiliriz; ancak bir farkla Kuyt dağınıklığını mücadelesiyle toparlamayı beceriyor. Bir pozisyonda Caner'in bölgesine gelip baskı yapması taraftardan büyük beğeni topladı. Ayrıca pas vermesini de
Tam anlamıyla tek devrelik bir karşılaşma izledik, sahadakilerin de tek devre oynadıkları bir maçtı.
Galatasaray'ın özellikle ilk yarı çok etkili bir futbolu vardı; İBB ise her iki devrede de silik bir oyun ortaya koydu. Uzun zamandır 3 büyükler karşısında bu kadar pasif bir İBB görünmüyordu.
Galatasaray'ın formda ve yetenekli, yaratıcı ayakları İBB'nin ilk yarıdaki bütün yaşam fonksiyonları ortadan kaldırdı.
İBB savunmasının solu, Galatasaray hücumunun sağ kanadındaki geniş boşluk ve koridor öylesine iştah kabarıyordu ki Galatasaraylı oyuncuların başka hiçbir şey yapmadan topu ö bölgeye bir şekilde atması yeterli oluyordu.
Öyle ki, Bülent Korkmaz'ın tam önünde son sürat gidip gelen Eboue, Hamit, Burak, Drogba'nın yarattığı rüzgarın cereyan etkisiyle hastalanmasından endişe bile duymadık değil hani...
Her iki golde de İBB'nin bu boş bıraktığı alana doğru hareketlenen Burak ve Eboue'nin iş bitirici etkisi vardı.
Bülent Korkmaz bütün bir devre hiçbir müdahalede bulunmadan bu durumu izledi. Hiçbir hamle, değişiklik yapmaması tam bir teknik direktörlük zafiyetidir.
Galatasaray'ın bu devre iki golde kalmasıysa büyük bir şansıydı, çünkü çok daha büyük bir fark olması ger
Medyamızda bir takım gazeteciler UEFA’nın iki önemli ismi Platini ve İnfantino’yu her gördüklerinde hemen 3 Temmuz süreci ile ilgili soru sormayı alışkanlık haline getirdiler. Sürecin bitmesi mi yoksa devam etmesi gerektiğine mi inanıyorlar bu ayrı bir konudur.
3 Temmuz süreci biter mi?
Bununla ilgili olarak yakın zamanda içinde bir çok detayı barındıran bir kitabım çıkacak. Konuyla ilgili bilgileri sırası geldiğinde paylaşacağım...
Soru şöyle soruluyor; "TFF Başkanı Yıldırım Demirören geçen hafta ‘süreç bitti’ diye bir açıklama yaptı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz. UEFA için de süreç bitti mi?"
Bunun üzerine Platini yüzünü buruşturuyor ve mikrofonu İnfantino’ya veriyor.
O da şöyle bir açıklama yapıyor.
“Her ciddi, saygıdeğer ülkede ve bu ülkelerin sistemlerinde olduğu gibi Disiplin Komitemiz de bağımsız olarak karar verecekler."
Kuvvetler ayrılığı dediğimiz şey aslında demokrasinin temelidir; bu işler mi, işletilir mi, doğru çalışır mı, bunun cevabıysa hangi modern ülkede olursa olsun karanlıktır. Çünkü adalet mekanizması da çoğu zaman uzlaşmalar üzerinden yürütülür. Uzlaşmalar içinde çeşitli pazarlıkları, ilişkileri, anlaşmaları barındırır.
Brezilya rüyasıyla çıktığımız karşılaşmayı kendi ülkemizin gerçekleriyle yüzleşip tamamladık.
Çok yetenekli futbolcularımız var ama takım olma genetiğimiz neredeyse yok denecek kadar resesif.
Arda'yı topla tek başına izlemek çok keyifli, gerçekten çok iyi top oynuyor; Burak'a gol atması için verdiği pasa şapka çıkarmak gerekir.
Dün ilk defa Milli Takım forması giyen Alper Potuk kalitesini gösterdi. Topla diklemesine oyunu etkiliydi.
Selçuk iyi bir orta alan oyuncusu...
Burak gol bölgesindeki futboluyla her geçen maç biraz daha büyük işler yapıyor, bambaşka bir boyuta geçiyor, her çeşit gol atabilecek bir oyuncu olduğunu gösteriyor.
Gökhan Gönül iyi bir sağ kanat oyuncusu, Hasan Ali idare ediyor.
Mesut Özil Almanya'yı değil de Türkiye'yi tercih etmiş olsa o da diğerleri gibi iyi futboluyla sivrilecekti ama o kadar işte.
Milli Takımımızın takılmadan geçeceğini beklediğimiz, kolay bir rakipti, Andorra.
Sonuca baktığımızda bunu görebiliyor muyuz? Tartışılır. İddaa’da bu maça 2-0 handikaplı oran vermişti. Yani bahislere göre karşılaşma 2-2 bitmiş görünüyor.
Peki, sebepleri neler?
Öncelikle kadroyu oluşturan futbolcuların takım olamadığını, hala toplama görüntüsünden uzaklaşamadığını söyleyebiliriz. Özellikle lejyoner markası taşıyan oyuncularımız bir türlü bütünleşemiyorlar. Daha ne kadar sürecek bilemiyoruz.
Nuri'nin yıllardır bu takımın nasıl bir parçası olamadığını büyük bir merak ile takip ediyoruz.
Arda’nın atakları yönlendiren, etkili, yaratıcı oyununa karşın bireyselliğini ön plana çıkarmasını bu duruma ekleyebiliriz.
Bir takımda bir oyuncu topu aldığında diğerleri pozisyon almayı bırakıp, onu izlemeye başlıyorsa orada kişiye dayalı oynanıyor demektir.
Aralarında Galatasaray’ın da olduğu Şampiyonlar Ligi çeyrek final eşleşmeleri belli oldu.
Malaga - Borrusia Dortmund
Real Madrid - GALATASARAY
PSG - Barcelona
Bayern Münih - Juventus
Kuraya İspanya’dan 3, Almanya’dan 2 takım katılmasına rağmen birbirleriyle eşleşmemeleri ilginç birer istatistik olarak notlarımızın arasına girdi.
Real Madrid... Ve jose Mourinho...
Açıkçası Galatasaray çekebilecek en zor takımla eşleşti diyebiliriz. Bunu Galatasaray’ın Real Madrid ile arasındaki farkı ifade etmek için değil; İspanyol takımının içinde bulunduğu durumdan kaynaklı özel gerekçelerini ön plana çıkarmak için söylüyorum.
Son üç aydır yaşanan yoğun maç temposu ister istemez takım üzerinde iniş çıkışlara neden oluyor. Bu sadece bedensel yorgunluklarla kalmıyor mental anlamda da etkili oluyor.
Plzen karşılaşmasından 68 saat sonra Antalyaspor gibi ligin güçlü ve dirençli bir takımı ile oynamak bu anlamda önemliydi.
Maçtan iki saat önce Galatasaray’ın Kayseri’de kolay bir galibiyet alması gerili artıran bir unsurdu.
Bursaspor maçında Webo’nun yokluğunda Semih tercihini yapan Aykut Kocaman taktiksel anlamda doğru bir iş yapmıştı.
Plzen karşısına Sow’u tek santrafor oynatmış bu da oyuncuyu yalnızlaştırmakla kalmamış, Fenerbahçe’nin hücum gücünü de etkilemişti.
Sow, kanatlarda oynadığında çok daha etkili olacağını gösterdi.
Semih sahada olsaydı büyük bir ihtimalle Fenerbahçe’nin dünkü kopuk, yorgun ve daha az topa sahip oyunu değişebilirdi. Bunu Semih değil, taktik başarırdı.
Caner çok dağınık ve zaman zaman da takım oyununda kopan bir oyuncu; nasıl oluyorsa o bölgenin bir diğer oyuncusu Stoch’la benzer özellikleri gösterebiliyor.
Beşiktaş, kendisi gibi oynayan Kasımpaşa karşısında girdiği sayısız pozisyonları değerlendiremediği maçtan yenik ayrıldı.
Ve Fenerbahçe’yi yenerek ortak olduğu zirve yarışında iki haftada beş puan bırakarak şampiyonluk için pek de hevesli olmadığının mesajını verdi, sanki.
Geçen hafta karşılaştığı Trabzonspor tam istediği kıvamda bir takımdı; hızlı hücumlarla çıkıp, farklı kazanabilirdi; ama öyle yapmadı, rakibinin temposuna ayak uydurdu, izleyen herkesi uyuttu.
Kasımpaşa karşısında çok daha hareketliydi. İkinci yarı en az dört net gol pozisyonu vardı. Ancak hiçbirinin değerlendiremedi.
Kasımpaşa ile Beşiktaş ortak özellikler taşıyorlar.
Her ikisi de attıkları gibi gol yiyor, yedikleri gibi gol atabiliyorlar. Bu da her iki takımın maç içinde önceden kestirilmesi zor golleri yedikleri veya attıkları ya da kaçırdıkları pozisyonları izlettiriyor bizlere.
Kasımpaşa’nın forvet hattında bulunan Uche çok etkili bir hücum silahı; topu ayağında tutuşu, kaybetmeyişi, pas zamanlaması modern futbolun gerekleri olarak benzerlerinden ayrılıyor. Dün Beşiktaş’ın savunmada zorlanmasının temel nedenlerinden biriydi.
Uche’nin Beşiktaş’taki karşılığı ise Niang’tı. Niang’ın bu haliyle