Son saniyede Baros’un güzel volesi direk yerine Fenerbahçe kalesine girmiş olsa Kadıköy’de bir tarih değişecek; Galatasaray maçın büyük bölümünde iyi oynadığı karşılaşmadan 3 puanla ayrılıp, şampiyonluğunu matematiksel olarak değil ama psikolojik şekilde ilan etmiş olacaktı.
Ancak görünen o ki sonuç biraz gecikme yapmış durumda; izlediğimiz futbola baktığımızda ne Fenerbahçe’nin bunu sonuna kadar götürecek gücü var ne de Galatasaray’ın bu işi bu saatten sonra bırakacak boş vermişliği.
Alex’in 16. Dakikada attığı gol sonrasında stadyumdaki herkesin kafasından bir olsun “acaba yine olur mu?” sorusunu geçirdiğine eminim. Ancak golle birlikte Fenerbahçe’nin tüm gücünün de sonlanmış olduğunu geriye çekildiğini izleyen aynı kişiler bu sefer “bu maç böyle biter mi, kazanabilir miyiz?” dediler.
Fenerbahçeli oyuncular haftada bir maç periyoduna girmiş olmalarına rağmen tanınamayacak ve inanılmayacak derecede güçsüzdüler.
Onların güçsüzlüğü taraftarın momentumunu da aldı götürdü ve karşılaşma öncesinde ön görüsünü yaptığımız takım taraftar buluşması ve bütünleşmesi bir türlü gerçekleşemedi.
Ve aksine Galatasaray tutuk başladığı karşılaşmada önce sahaya sonra tribünlere alıştı
Dün gazetelerde iki teknik direktörün iki farklı yaklaşımı ile ilgili bir karşılaştırması vardı.
Fatih Terim, tüm taktik çalışmasını tesislerde yaşayan herkese kapatırken; Aykut Kocaman taraftarına açıyordu.
Bu iki farklı tavır büyük bir ihtimalle Fenerbahçe ile Galatasaray’ın bugün yapacakları maçın da temel belirleyici özelliği olacaktır.
Fenerbahçe için Şükrü Saraçoğlu ve orada taraftarı ile girdiği ilişki çok önemli ve özeldir. Bu ilişkinin boyutu her karşılaşma ve zaman içinde biraz daha derinleşiyor; tutku halini alıyor.
Bu yorumu yazarken belirttiğim şeyin sadece Fenerbahçe ile taraftarı arasında olduğu, diğer takımlar ve taraftarları arasında yaşanmadığını iddia etmek istemiyorum. Taraftarlık tutkusunun bir ölçü birimi yoktur; kıyaslama da en anlamsız olanıdır.
Tamamen fiili durumu anlatan bir yorumdur.
Ayrıca gözlemlere dayanıyor elbette. Nedir bu gözlemler?
Alex son birkaç senedir maç bittikten sonra sahayı bir türlü terk edemiyor. Herkes gidiyor bir o kalıyor ortada taraftarının sevgi gösterisine karşılık veriyor. Bazen gidip takımı soyunma odasından çıkartıp taraftarı ile buluşturuyor.
Eskişehirspor, Fenerbahçe’nin ligde dibe vurduğu maçlardan biriydi. O gün sadece kötü futbol yoktu sahada; tanınmayacak bir takım vardı. Daha büyük bir fark oluşmadan karşılaşmanın tamamlanmış olması sadece rakibin beceriksizliğiydi.
Maç sonunda Aykut Kocaman’ın yaptığı açıklama ise her şeyi özetliyordu; daha kötüsü olamazdı.
İşte o gün belki de Fenerbahçe’nin lige tekrardan geri dönmesi için aldığı son darbeydi; Eskişehir’de futbolun şans meleği Sivasspor maçındaki gibi bir iyilik yapsa muhtemelen yarın sahaya çok daha farklı bir Fenerbahçe çıkacak olurdu.
Aykut Kocaman iki senedir Avrupa’dan çok ilginç oyuncular transfer ediyor.
Niang, genel olarak futbolumuza ve defansif anlayışımıza ters gelen bir oyuncuydu. Geçen sene peş peşe kazanılan maçlardaki rolü gerçekten çok önemliydi.
Sow, Niang’dan iki misli daha ters bir oyuncu ve geldiği günden beri farkını net olarak ortaya koyuyor. Sezon başında Bienvenu’nün de bu şekilde oynayacağı bekleniyordu ancak zayıf çıktı; Sow rakip defansı mental olarak da yoracak özelliklere sahip görünüyor.
En dikkat çeken ve fark yaratan özelliği ise “Kaplanın Gözleri” soğukkanlılığı… Onun topa vurduğu an gözlerindeki bakışla
Galatasaray’ı bu sene diğer sezonlardan farklı kılan bazı önemli özellikleri var. Şimdi bu zincirin halkalarını konuşalım.
Fatih Terim TT Arena’daki ilk Fenerbahçe maçından bu yana çift forvetle oynatıyor takımını ve bu iki oyuncu da savunmanın top yapmasına izin vermiyor. Elmander’in Bilica’dan nasıl top kaptığını ve bunun gole dönüştüğünü hatırlamada fayda var.
Ancak Galatasaray her maça rakibe alanında basarak, onun daha oyuna ısınmasına izin vermeden başlıyor ve genellikle de golü erken buluyor.
Bir diğer artı özelliği; duran top kullanımında kendisini ortaya koyuyor.
Galatasaray’da Hagi’den sonra neredeyse duran top kullanacak oyuncu eksikliği yaşanıyordu. Ne bir korner ne de rakip ceza alanı etrafında kazanılmış atışlardan pozisyon üretilemiyordu. Oysa Selçuk İnan faktörü bunu oldukça değiştirdi. Üstelik bu oyuncunun topu direkt olarak kaleye gönderdiği toplarda isabet oranı oldukça yükseldi.
Bu sene başında yapılan transferlerin en kritiği Melo oldu.
Birinci Fatih Terim döneminde orta alandaki futbolcu karakteri ve özelliklerini çok iyi hatırlıyoruz; onlardan bir tanesi bugün Fenerbahçe forması giyiyor.
Melo, zamanında Okan-Emre-Suat’ın doldurduğu alanı ner
Çok talihsiz bir sezonun sonunda az bir puan farkıyla kaçırılan şampiyonluğun da etkisiyle Fenerbahçe’nin çiçeği burnunda başkanı Aziz Yıldırım 1999 yılında Joachim Löw’ün görevine son vererek teknik direktörlüğe Rıdvan Dilmen’i getirecektir.
Bu tercihin gerisinde yatan şey Aziz Yıldırım’ın, yıllardır tüm Fenerbahçelilerin beklediği, istediği şeyi yerine getirme hayaliydi; takımın başına Fenerbahçe içinden çıkmış bir spor adamını geçmesini sağlamak!
Çok iyi niyetli bir düşünceydi; ancak bu Löw ile yakalanabilecek istikrar şansını yok etme pahasına harekete geçirilmeye çalışılmıştı.
Löw Fenerbahçe’nin geride bıraktığımız yüzyılda son şansıydı belki de… Bugün Almanya milli takımının başında nerelere nasıl geldiğini görüyoruz.
Ancak yazar Gürdoğan Yurtsever’in Fenerbahçe Değişim ve Dönüşüm kitabında çok güzel analiz ettiği gibi Kulüp henüz buna hazır değildi.
Galatasaray’ın üst üste üçüncü kez şampiyonluğa ulaşması, Fatih Terim’in giderek bir fenomene dönüşmesi bir anlamda Fenerbahçe’nin sabırsızlığını arttırıyordu; zaman kalmamıştı.
Rıdvan Dilmen böyle bir ortamda, Fenerbahçe Rıdvan’a hazır değilken teknik direktörlük görevine gelmiştir. Eğer hafızam beni
Pazar günü oynanan Fenerbahçe Ülker–Mersin BB karşılaşmasının üçüncü periyodunun son dakikalarında ilginç bir olay yaşandı.
Fenerbahçe Ülker’in koçu Spahija peş peşe gelen Mersin BB sayıları sonrasında bir mola aldı. Oyun durduğu anda Spahija’nın kenardan yüksek tonda sesini işitmeye başladık. Kime bağırıyor olduğunu ise oyuncuların kenara yaklaşmaya başladığı anda ayırt edebildik.
Yaklaşık 5-6 bin taraftarın önünde koç takımın genç bir oyuncusunu yerden yere vurmakla kalmadı; birkaç saniye içinde de “go out” diyerek eliyle de dışarıyı işaret edip kovuyordu.
Birkaç senedir altyapı basketbolu ile yakından ilgileniyorum benzer görüntüleri zaman zaman küçük çocukların koçlarıyla yaşadığını görüyor; ancak bu sahneleri klasik öğretmen-öğrenci diyaloğu şeklinde değerlendiriyordum, her ne kadar kabul edemesem de.
Bir koçun sahadaki tek oyun kurucusunu saha dışına gönderecek kadar sinirlendiren şey ne olabilirdi?
Kuşkusuz bu işin taktiksel veya oyun içindekileri ilgilendiren bir konuydu.
Burada esas tavır kovulan oyuncunun ne şekilde tepki göstereceğiydi.
O oyuncu Engin Atsür’dü ve karşılaştığı bu tepki sonrasında yedek oyunculara ayrılan sıraların en sonundaki sandalyeye
Fenerbahçe Ülker yeni salonuna bir türlü alışamadı. Bu salonda oynanan tüm maçlar son topa kaldı; ya uzadı ya da rakibin kullandığı atış çemberden döndü.
Açıkçası takımın geçen seneye göre böylesine gece ile gündüz gibi fark etmiş olmasını sadece kadroya bağlamak doğru olmayacaktır. Kadro teker teker önemli oyunculardan oluşuyor ancak “takım” şeklinde bir yapıya dönüşemiyor.
Ayrıca koç Spahija ile oyuncular arasında da yer yer diyalog kopuklukları yaşadığını görüyoruz. Spahija ile Emir sanki aynı dili konuşmuyor gibiler. Dün bundan Engin Atsür de nasibini biraz almış gibiydi. Ancak kader bu maçta son topu Engin’in ellerinin arasına bırakıverdi.
Spahija’nın oyuncularına dışarıdan görülecek kadar tepki koyuyor olmasının ilginç olduğunu söylemeliyiz.
Öyle ki duruma taraftar bile müdahalede bulunmak zorunda hissetti kendisini.
Karşılaşmanın başlamasına bir saatten fazla kala Türkiye’nin güneyinden Bayan Basketbol takımından gelen yenilgi haberi salonu dolduran taraftarın tüm neşesini ve bu maça olan konsantrasyonunu azaltmış gibiydi.
Maç o kadar sessiz başladı ki parkede oynayan oyucuların birbirleriyle konuşmaları bile duyulabiliyordu. İşte tam bu çeyrekte Fenerbahçeli
Fenerbahçe camia olarak Galatasaray maçına konsantre olmuşçasına sahadaydı. Geçen hafta Gençlerbirliği karşısında sergilenen farklı skorlu galibiyet hemen herkesi havaya sokarken Galatasaray maçı öncesinde araya giren Ankaragücü karşılaşması futbolcular için büyük zulüm gibiydi.
Neden?
Çünkü Fenerbahçeli futbolcuların büyük bölümü diğer deplasman ve küçük karşılaşmalarda olduğu gibi rakibi önemsemediler. Ankaragücü karşılaşmasının mutlak surette kazanılacağına yönelik öylesine güçlü bir inanç vardı ki bu yüksek kendine güven maçın konsantrasyonunu azalttı.
Ankaragücü gibi kaybedecek hiçbir şeyi olmasa ve gençlerinden kurulu bir kadrodan daha fazlasına sahip olsa belki de Fenerbahçe’ye üst üste beşinci karşılaşmasında yenilgi tattırabilirdi.
Bunu bir hafta önceki bir yazıda tartışmıştık; belki de son yıllardaki en iyi fikstür avantajı nedeniyle ligin Aykut Kocaman’ın deyimiyle yeniden başlayacağı kader karşılaşmasına çıkacağı haftadan önce Ankaragücü eşleşmesi Fenerbahçe’nin en büyük şansıydı.
Maçın hemen başında Sow’un ustalığıyla kazanılmış golle rahatlayan takım kendisini hiç sıkmadan maçı tamamlayacak şekilde oynadı.
Sow’un her hafta takıma yaptığı katkı ne kadar