Bugün başlayacak davaya konu olan “operasyon Fenerbahçe şampiyon olmasaydı yapılmayacaktı.”
Duyduğum ilk andan itibaren beni çok rahatsız eden bir açıklamaydı ve yanılmıyorsam ilgilileri tarafından yalanlanmadı.
İddianamenin ilk sayfalarını okurken önemli bir detaya fazlasıyla takılıp kalmıştım.
Metin, operasyonun bir numaralı şüphelisi ve nedeni olduğu iddia edilen Olgun Peker ile başlıyordu ve bu şahsın Sedat Peker ile olan ilişkisi ortaya koyulduktan sonra 2002 yılından bu yana kurduğu menajerlik şirketi yoluyla futbol camiasının içinde yer almayı hedeflediği bunu da organize suç örgütü yoluyla gerçekleştirmeye çalıştığı yıl yıl örnekler verilerek destekleniyordu.
Olgun Peker iddianamedeki tapelere göre 2002 yılından itibaren gerçekten futbol dünyasının içinde kendisine önemli bir yer edinmiş, hemen herkesle de ilişki haline geçmişti.
Peki, bu adamın, eğer gerçekten kirli ve karanlık ilişkilerin içinde, organize işler çeviren biriyse, 2002’den 2011 yılına kadar futbol dünyasının içinde kalmasına, dahası normalleşmesine niçin izin verilmiştir?
9 yıl gibi çok uzun bir süre boyunca iddianamece tespit ve kayıt altına alınmış suçların işlenmesine neden ve nasıl göz
Karabükspor karşısında ilk yarısında hiç mücadele etmeyen bir Fenerbahçe izledik. Öyle ki takım içinde akıldışı oynayan futbolcular da vardı. Stoch’un rakibe yaptığı asist tam anlamıyla akıl tutulması anıydı.
Stoch, istediği kadar Fırat Aydınus’a “önümde durdun göremedim” desin; esas mesele de hakemin Fenerbahçeli hücum oyuncusunun topla buluştuğu yer itibarıyla en iyi noktalardan birinde duruyor oluşuydu. Hadi bir an orada hakem değil de kendi arkadaşı veya Karabüksporlu oyuncu olsun, ne değişir?
Stoch, topu en son göndereceği yere, kendi ceza sahasının içine attı. Atarken ne kadar bilinçsizse itiraz esnasında iki kat düşünmekten acizdi.
Bir dakika sonra yenilen gol bir o kadar basit hatalardan oluşuyordu.
Fenerbahçe'nin bu sezon yaptığı hatalardan dolayı yediği gollerden savcı kocaman bir iddianame yazardı. Gerçek iddianameden de daha inandırıcı olurdu.
Haftalardır hep aynı golleri yiyor bu takım. Yediği basitlikte gol atamadığı için de maçlarını kaybediyor.
İşin sahada mücadele etme tarafıysa bambaşka düzlemdeki temel sorundur. Ancak bu takım halinde ve sistemin de çökmesinden kaynaklanan bir dizi etkenden kaynaklanmaktadır. Bu detayı konuşmayı hafta içine
Emre Güngör’ün talihsiz ıskasından söz etmiştim Pazar günü yazdığım yazıda ve hafta içine bir rezervasyon yapmıştım.
Galatasaray’ın 1-0 geride götürdüğü karşılaşmanın en kritik pozisyonu Gaziantepsporlu Emre Güngör’ün son adam olarak kaldığı anda topa vuramamasıydı. Takibinde Necati Ateş Galatasaray formasını giydiği ilk maçta golle buluşacak, birkaç dakika sonra da Elmander sonucu belirleyecekti.
Emre Güngör’ün ıskası 3 Temmuz öncesinde olağan bir futbol kazasıydı. Ancak o tarihten sonra ortaya çıkan yeni durum bize bir takım şartlı refleksler kazandırdı.
Açıkçası bu olaylar hem sporun hem de futbolun tadını fazlasıyla kaçırdı.
Özellikle 3 Temmuz sonrasında bazı futbolculara yöneltilen saha içinde yaptıkları ve yapamadıklarıyla ilgili sorular sadece savcının uyguladığı basit bir sorgulama olarak kalamadı; ister istemez insanların zihinlerine zehirli bir düşünce olarak yerleşti.
“Neden o topa vuramadın? Uygun durumdaki arkadaşına niye pas vermedin? Dışarı attın?”
Benzer soruları farklı yönlerden bir hakeme yöneltmek de mümkündür.
Veya teknik direktöre…
Futbol tarihinde ender rastlanılacak bir şey oldu. Beşiktaş eksiklerinden kaynaklanan büyük bir avantajla çıktığı karşılaşmada Fenerbahçe karşısında etkili futbol oynamasına karşın sahadan yenik ayrıldı.
Eksik kalmanın bir takım için nasıl avantaja dönüşeceğinin uygulamalı örneği gibiydi Beşiktaş ve sezon başından bu yana sıklıkla tartışıyor, konuşuyoruz. Çok koşan, mücadele eden genç bir takım izledik; Fenerbahçe’nin senyörleriyle kafa kafaya oynadılar ancak beceri ve tecrübe maçın sonucunu belirleyen bir fark yarattı.
Fenerbahçe Stoch ve Caner’i bir kenara koyarsak durarak, statik oynayan bir takım. Haftalardır yinelediğimiz gibi eğer defans yaparken kaptığı toplarla hızla ileriye çıkabilse dünkü maç Beşiktaş için çok farklı da biterdi.
Atağa süratle çıkmanın önemini bir gün önce Gaziantepspor-Galatasaray maçında izledik.
Fenerbahçe karşılaşmanın büyük bir bölümünü savunmada rakibinin oyununu kabullenerek geçirdi. Önceki maçlara göre fazlasıyla dikkatli bir oyun oynarken girişte yazdığım cümleye burada karşıt bir şey yazacağım; Beşiktaş’ın hücuma dönük oynayan futbolcuları beceriden oldukça uzaktaydı. Bu anlamda eksik olarak andığımız futbolcular takım hücum ederken
Galatasaray’ın Fenerbahçe maçı ile başlayan bir çıkışı ve kadro yapısı vardı; bu takımı zirveye taşıyan çok belirleyici bir momentuma sahipti.
Fatih Terim 4-4-2 dizilişine geçerek yıllardır ülkemizde bir türlü oturmayan taktiği de uygulama başarısı göstermişti. O tarihlerde Galatasaray’ın gerçek başarısının takımın form durumundan kaynaklandığını konuşmuştuk.
Galatasaray en az son dört maçtır üzerine farklı şeyler yazdığımız ve konuştuğumuz takımdan farklı bir futbol oynuyor.
En önemli fark Galatasaray’ın özellikle deplasmanlarda savunmadayken kaptığı toplarla hızla atağa çıkıp gol arayan tipik deplasman takımı taktiğiyle oynamasıydı.
Gaziantepspor maçı bunun en belirgin örneklerinden oldu.
Ve ilginçtir; ülkemizde bunu en iyi uygulayanlardan Engin Baytar’ın sezon boyunca ilk defa taktik oyun içinde kritik pozisyonuyla, maçı kopartan futbolcu olmasıydı. Fatih Terim’in Engin Baytar’ı sezon başından bu yana kullanış tercihini hep eleştirdim ama dün belki de tamamen spontane bir gelişimle eğrisi doğruyu buldu.
2010 Kupa finalinde Trabzonspor, Fenerbahçe’yi bu taktik ve Engin Baytar ile yıkmıştı.
Galatasaray’ın bu maçtaki istatistikleri de bu düşüncemizi doğrular niteli
Geçen senenin Euroleague şampiyonu Panathinaikos ile karşılaşan temsilcimiz Fenerbahçe Ülker beklenmedik derecede kötü oyunu sonrasında 21 sayılık net bir skorla sahadan yenik ayrıldı.
Bu maçla ilgili göze çarpan ilk şey takımımızın ürettiği (veya üretemediği) sayıydı. Bu sezon Euroleague’de oynadığı ilk maçta sahadan 66 sayı ile ayrılırken takımın koçu dâhil hemen herkes herhalde “bundan daha az atacağımız karşılaşma olamaz” diye düşünmüş olmalıydı; zaten 70 sayının altına da hiç düşmediler.
Ancak dün geceki 56 sayılık performans kelimenin tam anlamıyla dibe vuruştu.
Takım yetersiz, şu oyuncular yeterince performans gösteremiyor, koç takımı kenarda izlemekten başka hiçbir şey yapmıyor, şeklinde mazeretler üretebiliriz. Ortaya dökülen tüm nedenler bu maçla ilgili gerçeğin bir tarafını gösteriyor olabilir ama yine de yenilginin karşılığı tam olarak bunlar değildi.
Panathinaikos’un çok iyi ve tecrübeli bir Euroleague takımı olduğu işin bir başka tarafıysa da bu seneki kadronun Fenerbahçe Ülker’le arasında 21 sayılık bir farkı yaratacağını söyleyemeyiz.
Önceki gün Olympiacos karşısında tanınmayacak kadar bozuk oyun sergileyen Anadolu Efes gibi Fenerbahçe Ülker takım
Son dönemde teknik adamların oyuna müdahalelerinde iki oyuncu tercihi kullanmalarını sıklıkla takip ediyoruz. Özellikle Fatih Terim’in bu konuda öncü olduğu da bir gerçek.
Baros’un girmesi beklenen bir değişiklikti; oyun fazlasıyla sıkmıştı ve girdiği andan itibaren de ceza sahasında önemli işler yapmaya başlamıştı.
Ancak; Baros girerken Riera’nın çıkışı özellikle bu saha şartları göz önünde bulundurulduğunda sorgulanması gereken bir tercih oldu.
Oysa solda Riera ve sağda Ujfalusi kanat hücumlarını yönlendirmede başarılı oluyorlardı. Bu iki oyuncunun yerleriyle oynanması veya oyundan alınması Galatasaray’ı etkiledi. Sola geçen Emre Riera kadar başarılı olmazken Sabri zaten Galatasaray’ın genel oyun yapısından çok farklı bir anlayışla görev yapıyor gibiydi.
Baros’un oyun dışı kalışı ise futbolcunun profesyonellikten uzak davranışlarının sonucu oldu. Kendiyle ilgili üst üste iki pozisyonda hakeme karşı fiziki temasta bulunması kırmızı kartın çıkmasına neden oldu.
Bu kart Galatasaray’ın moral gücünü etkilerken maçı kazandıracak baskının da kurulmasına engel oldu.
Ancak burada bir tespit yapmamız gerekiyor; bu sezon içinde Galatasaray bu kırmızı kart sorununu özellikle
Güçlü liderler yaşanılan her türlü olumsuzluğa, güçlüğe ve umutsuzluğa karşın liderlik ettiklerine bir yol, çare, çıkış gösterebilmeyi başaran kişilerdir.
Hayatın her alanında mücadele ediyoruz.
Bu hangi platformda olursa olsun hiç kolay değildir. Çünkü sürekli çatıştığımız, rekabet içinde olduğumuz ve hatta belki de savaştığımız birileri var. Bu mücadeleyi ilk verenler içinde bulundukları koşulları, kuraları ve kendilerine dikte edilen şeyleri uygulamaktan başka bir şey yapmasaydı muhtemelen demokrasi dediğimiz şey bugün olduğundan başka bir nitelikte olurdu; belki de hiç başlamadan olduğu yerde kalırdı.
Mehmet Ali Aydınlar "Güven ortamının bulunmadığı, bir çok kişi ve kurumun çıkarları nedeniyle etik dışı davranmayı mübah saydığı bir ortama daha fazla tahammül etme imkanım ortadan kalkmıştır" diyerek istifa etmiştir.
Oysa 4 Temmuz sabahından bu yana süreci tartıştığımız yazılarımızda zaten bu güven ortamının çoktan kaybolduğundan söz etmiştik.
Liderlik aynı zamanda böylesi bir ortamın varlığını görerek, anlayarak ve farkına vararak hareket edebilme becerisi gösterebilmektir.
Çok bilindik bir söz vardır; aptallarla tartışmayın dışarıdan bakanlar sizi ayırt