Galatasaray’ın fizik gücünün üst düzey maçların sonunu getirecek seviyede olmadığına dün güzel bir örnekti.
Üstelik sadece savunmayı düşündüğü bir karşılaşma için...
Mancini’nin üzerinde durması ve geliştirmesi gereken en temel mesele de bu olsa gerekir.
Fatih Terim Burak, Drogba ve Sneijder’ı oynatabilmek için takım düzenini 3-5-2 şeklinde kurgulamıştı. Melo, Selçuk’un arkasına geçip, stoperlerin arasını doldurmuştu.
Mancini ise bu üçlüden en az birini kenara alarak orta sahanın yerleşimini dörtledi.
Burak’ın kesik yemesini normal karşılamak gerekir; çünkü golcü oyuncu bu sene kafası sahaya veremiyor. Konsantrasyon eksiği ya da kafasının içindeki her ne ise son 3 sezondur son vuruşlarda gösterdiği yüksek isabet ve becerinin tekrarına engel oluyor.
Kuşkusuz her golcünun böyle dönemleri vardır, ancak Mancini gibi zamanı olmayan bir teknik adam için elbette şansa yer yoktu.
Beşiktaş’ın temel kurgusu ilk dört hafta güce, mücadeleye dayalı pres üzerindeydi. Takım zaten çok paslı oynamıyor, oynayamıyor; hızlı, dikine hücumlarla rakip savunmayı hazırlıksız yakalayıp sonuca gidiyordu.
Fernandes, Gökhan, Olcay ve Oğuzhan’ın adam eksilten orta saha organizasyonları ile Beşiktaş oldukça da yaratıcı bir takım görüntüsü çiziyordu.
Orta sahadaki yüksek topla oynama isteği savunmanın da yükünü azaltan bir şey oluyordu.
Kuşkusuz bu oyunun zirvesini Bursa’da izledik. Bursaspor karşısındaki oyun ulaşılabilecek son nokta mıydı?
Beşiktaş, genç oyunculardan kurulu bir takım. Bu nedenle devamlılık sorunu yaşaması muhtemeldi; geçen sezon da böyle inişli çıkışlı bir grafiği vardı.
Galatasaray karşısında hiç beklenmedik, umulmadık bir takım çıktı ortaya. Bunun bir diğer nedeni rakibin içinde bulunduğu sıkıntılı pozisyon olabilirdi. Hafta içinde Real Madrid karşısında alınan hezimet sonuç ekstra motivasyon yaratabilirdi.
Ancak Antalyaspor karşısında bir kere daha çaresiz Beşiktaş’ı izleyince buradaki sorunun takımda olduğunu konuşmamız gerektiği belirdi.
Galatasaray üç forvetle sahada oynuyor.
Meireles'in sakatlanmasıyla Ersun Yanal ilginç bir tercih kullandı, Salih'i oyuna aldı. Böylece Alper, Salih ve Topal'dan kurulu bir orta saha çıktı ortaya.
Kesinlikle risk taşıyan bir hamleydi; yanlış mıydı, duruma göre...
Eğer Fenerbahçe'nin ileri üçlüsünde oynayan Sow, Kuyt ve Webo mücadelesini rakip alan ile sınırlamış olsalar, orta sahaya destekte bulunmasalar bu bölgenin Gençlerbirliği'nin hakimiyetine geçme ve atak organizasyonlarının çeşitlenmesi gibi sonuçlar gelişebilirdi.
Ancak, Ersun Yanal takım kurgusunu ileriden geriye koşan, yüksek mücadele eden oyunculardan kurgulayınca, Salih tercihi ofansif anlamda doğruya dönüştü. Salih'in bu takımın bir parçası haline gelmesi o kadar önemli ki; Ersun Yanal'ı bu risk taşıyan tercihi ve özgüveninden ötürü kutlamak gerekir.
Zaten haftalardır, Alper'in ilk onbirde başlayıp güçlenmesi, takımın merkezindeki oyuncusu olması gerektiği konusunda burada konuşuyoruz. Alper ilk devre inisiyatif alma konusunda tutukluk yaşasa da özellikle ikinci yarı çok iyi oynadı. Rakibin onu faullerle durdurmak zorunda kalması, ona yapılan faullerin sayısı Alper'in nasıl bir futbol oynadığına dair bize biraz fikir verebilir.
Alper oynadıkça, kendine güveni
Çok değil, bundan bir ay önce Galatasaray'la ilgili şu an içinde bulunduğu duruma ait bir projeksiyon yapsanız size gülerler;
"Aklını mı kaybettin?" şeklinde de tepki gösterirlerdi.
Eğer tepki doğruysa bugün gelinen nokta da aklın kaybedildiği yer olsa gerekir. Ortada irrasyonel bir şeyler oluyor.
Karşılaşma öncesinde bu maçla ilgili genel tahminim 6'lık bir skor üzerineydi. Bütün şartlar bunu gösteriyordu. Galatasaray futbolcusu çıkacak giden teknik adamının arkasından en doğru uğurlama şeklini gösterecekti.
Bu bir isyan karşılaşması olmalıydı!
İlk yarı 5-0 bitebilir miydi?
Burak'ın bir, Bruma'nın net üç pozisyonunun gol olmamasını aklımız aldı mı?
Bizim bildiğimiz Burak dün akşam girdiği bütün net pozisyonları golle tamamlardı. Ancak ofsayt gerekçesiyle sayılmayan dışında diğerlerini aklın almayacağı bir şekilde; birinde 3,5 pastan olmak üzere dışarı attı...
Pazar akşamı Beşiktaş taraftarı görünümlü kişilerin derbi maçının 90+2. Dakikasında sahaya girmesiyle sporda şiddet konusu yine gündemimize oturdu.
Dün itibarıyla üç büyük kulübün önemli taraftar gruplarından bazı kişiler gözaltına alındı. Devlet gücünü gösterdi. Bu işi çözebileceğine yönelik bir irade koydu.
Yasalar hazırlanıyor şimdi; sahaya girenler hemen cezaevine gönderilecek. Mesele de çözülmüş olacak...
Bu işlerin stadyumların içine girmeden önce başka yerlerden başlayarak halledilmesi gerektiğini sıklıkla konuşuyoruz.
Temel sorun öncelikle çocuklarımızın doğru şekilde eğitilmesinden geçiyor.
Eğitim fırsat eşitliğiyle gerçekleşir. Çocukların önlerine alternatif yaşam alanları açmakla çeşitlenir.
Oysa bizler ne yapıyoruz; herkesi aynı kabın içine koyup birbirlerinin üzerine basarak yukarı çıkmalarını bekliyoruz.
En yukarı çıkanlar, şanslı olanlar kaymak tabaka oluyor. Altta kalanlarsa diğerlerinin hayatlarına özenerek, öykünerek, kıskanarak bakıyorlar, eziliyorlar, yeniliyorlar, kayboluyorlar...
“Dünya yıldızlarıyla dolu bir kadronun önümüzdeki dönemde yine marka değeri olan Mourinho benzeri bir teknik direktörle desteklenmesinin sürecin normal bir sonucu olacağını öngörmek kehanet olamayacaktır.”
29 Ocak 2013 Salı günü yazdığım Ünal Aysal Projesi başlıklı yazımı bu cümleyle tamamlamıştım.
“Burada geri adım atacak olan taraf her kim olursa olsun, Ünal Aysal'ın belirleyici pozisyona geçtiğini bir şekilde tespit etmemiz gerekiyor.”
17 Ocak 2013 Perşembe gününe ait Fatih Terim’i yararlı bir “eleman” yapan Ünal Aysal Modeli isimli yazım da bu şekilde son buluyordu. Yazılara ait linkleri aşağıda paylaşacağım.
İleriye doğru bazı projeksiyonlar yapıyoruz ancak süreçleri bütün gelişmeler tamamlandıktan sonra anlayabiliyoruz.
Galatasaray’da Fatih Terim dönemi sona erdi; şaşırdık mı? Asla, çünkü süreci çok yakından ilgiyle takip ediyor bu ikilinin ilişkisinin ne kadar samimiyetsiz bir temel üzerinde yürüyor olduğunu görüyorduk.
Türkiye Ünal Aysal ismiyle 2000’li yılların başında tanıştı; ilginçtir bu kişiyi gazete sayfalarına taşıyan Hıncal Uluç’tu. Galatasaray büyük bir borç batağı içinde yüzüyor, hisse senetleri yabancı sigorta şirketleriyle paylaşılıyordu. Tam
Gezi Olaylarında özellikle Beşiktaş ve Fenerbahçe taraftar gruplarının bu protestoyu sahiplenmesi, maçların 34. Dakikasında başlayan “her yer Taksim her yer direniş” tezahüratı özellikle hükümeti fazlasıyla rahatsız ediyordu.
Stadyumların bir yerinde başlayan bu tazahürat bir başka tarafta da karşıt söylemini oluşturuyordu.
Bir taraf bağırıyor, diğer taraf ıslıklıyor, yuhalıyordu.
Kuşkusuz Beşiktaş’ta Çarşı Grubu fazlasıyla ön plana çıktı. Öyle ki Beşiktaş yönetimi stadyumlardaki protestoyu engelleme adına kombine sahiplerine taahhütname bile imzalattı.
Yıllarca ülkeyi futbol üzerinden popülist politikalarla yönetenlerin bu sefer o kitlenin protestosuyla karşılaşmasının şaşkınlığı ve ne yapacağını bilmez haliydi yaşananlar.
3 Temmuz sürecinin Fenerbahçe taraftarı üzerindeki etkisi siyasallaşma, eylemselleşme olarak kristalleşti. Bunu dağıtmak için de Fenerbahçe’nin tam merkezine karşıtlıklar yerleştirildi. Tribünler bölünmeye çalışıldı, bunda kısmen de başarı sağlandı.
Fenerbahçe bugün 3 Temmuz’dan daha çok Aziz Yıldırım’ı tartışır hale geldi.
12 Mayıs 2012 tarihinde Şükrü Saraçoğlu’nda olanlar futbol sahalarında ender rastlanan türdendi. Gezi olaylarında Fenerbahç
Çok iyi top oynuyor olduğundan değil, mücadele gücünün üst düzeyde olmasından Beşiktaş'ı ligin diğer takımlarından farklı bir yerde değerlendiriyor, tartışıyorduk.
Koşuyor, orta alanda rakibine baskı uyguluyor, savunmasına önem ve dikkat gösteriyordu.
Genç ve dinamikti...
Ancak... Yıllardır konuştuğumuz bir şey var; Beşiktaş bir türlü olgunlaşamıyor, yetkinleşemiyor, tecrübe eksiğini sahada kapatamıyordu.
Dahası, büyük takım olma farkını sahaya yansıtamıyor, sürekli birşeyler eksik kalıyordu.