"Birbirimize benzememiz çok normal"Bütün kadınlar Bridget JonesKentli kadınların ortak dertlerini Göksel albümüyle, Fidan Terzioğlu da romanıyla anlatıyor. Bridget Jones’un yaptığı gibiAyşegül SönmezTürk Bridget Jones’lar çoğalıyor. Bugünlerde Türk popunun genç sesi Göksel Demirpençe de öyle anılıyor. Çünkü dört yıllık bir aradan sonra çıkardığı ikinci albümü "Körebe"de olabildiğince şeffaf, kentli kadının sıkı rejim reçeteleri ve erkeklerle olan mücadelesini, terk edişini, terk edilişini,
yemek yiyip yiyip pişmanlıklar içinde kıvranışını, "o"ndan nasıl
telefon beklediğini, bu bekleyiş esnasında birbiri ardına kaç sigara tükettiğini komik, mizahi bir dille anlatıyor. Bu yüzden de her ne kadar kitabını okumasa da, Bridget Jones’a benzetiliyor, Ve Türk popunun Bridget Jones’u olarak anılıyor.
"Birbirimize benzememiz çok normal""Albümümü dinleyen herkes beni Bridget Jones’a benzetmeye başladı. Ama bu dönemde dünyanın tüm kadınları böyle hissediyor"
Albümünüzün hit parçası "Depresyondayım". Öyle misiniz?Şu anda değilim. Ama zaman zaman depresyona girdiğim ve çıktığım oluyor.
O şarkıyı da o psikolojiden çıkmak, kendi kendimi eğlendirmek için yaptım. Şarkının aslında mizahi bir yanı var. Sevgilimden ayrılmıştım. Depresyon içindeyken insana çok korkunç geliyor. Ağlıyorsun, sızlıyorsun, dövünüyorsun ama bitince de çok komik geliyor yaşadıkların.
Bununla baş etmek için psikoloğa gittiniz mi?Bir kere gittim ve bir daha asla gitmedim. Depresyonumun kaynağı belliydi. İlişkimle ilgili bir problem yaşıyordum. Ben genelde kendi kendini iyileştirme taraftarıyım.
"Sabır Sabır" dedikten sonra dört yıllık bir aranız var. Bu dört yılda neler yaptınız? Sevgilimden ayrıldım. Yeni bir sevgili buldum. Bir de yeni albümün şarkıları için söz yazdım. Gitar çalmayı öğrendim. Yaşlandım. 30 oldum.
"Bridget Jones’un Günlüğü adlı kitabı okumadım"Albümünüz kentli kadının hayatından -ki bunlar sizin hayatınızmış- kesitler sunuyor. Bu yüzden de size "Türk popunun Bridget Jones’u" diyorlar. Buna ne diyorsunuz? Gecenin bir saatinde telefonum çalar. Bir kız arkadaşımdır arayan. Terk edilmiştir. Ağlıyordur. Bu mesela çok fazla yaşadığım bir durumdur. Biz böyle bir grup kız, birbirimizi idare ediyoruz. Kadınlar açısından çok zor bir çağda yaşıyoruz. Hepimiz çok güzel ve bakımlı görünmek zorundayız. Sanki erkeklere kendimizi beğendirmek zorundayız. Sanki diyoruz ve bile bile bunu deniyoruz. Beynimiz yıkamış bir kere. Bridget Jones’la benzerliğime gelince... Ben aslında "Bridget Jones’un Günlüğü" adlı kitabı okumadım. Ama benim albümü dinleyen herkes bana böyle demeye başladı. Tamamıyla kollektif bilinçaltı. Bu dönemde dünyanın tüm kadınları böyle hissediyor. Sıkı rejim reçeteleri, sürekli kendimizi beğendirmeye çalışma ve bunu yaparken isyan etme durumlar. Bunlar Londra’da da böyle, İstanbul’da da. Sonuçta aynı dergileri okuyup, aynı filmleri aşağı yukarı aynı zamanlarda seyredip aynı şarkıları dinliyoruz. Nasıl o bana ben ona benzemeyeyim?
"İlişkilerimiz hep Türk filmleri gibi bitiyor"Siz ve sizin arkadaşlarınızı, anneniz ve arkadaşlarıyla karşılaştırdığınızda ne gibi farklar gözlüyorsunuz?Onlar kendilerini hiç ifade etmemişler. Biz ediyoruz. Onlar bir erkekle hayatlarını sürdürüp, o erkek ne yaparsa yapsın o erkekle yaşamak zorunda hissetmişler kendilerini. Biz katlanmıyoruz. Biz aşk arıyoruz. Onlar hiç aşk peşine düşmemişler. Kendilerini garantiye almışlar. En azından bizim böyle bir özgürlüğümüz var.
Aşk için bir şarkınızda "Türk filmlerindeki gibi" diyorsunuz. Aşkın nesi Türk filmlerine benziyor?İlişkilerimi yaşarken o gülerek izlediğimiz Türk filmlerinin aslında ne kadar gerçek olduğunu fark ettim. Duygusallaşıp, kendimizi kaybedip o kadar acayip şeyler yaşıyoruz ki, o güldüğümüz durumlara düşüyoruz. Ben "Aşkımız eski bir Türk filmi gibi, siyah beyaz o kadın aynı ben gibi, ağlamaklı kaybetmiş sevdiğini, o adam aynı sen gibi, gururundan terk etti ve gitti" derken çok ciddiyim. Bence ilişkiler aynen bu şekilde bitiyor. Bunları insana dedirtiyor.
Bir şarkınızda da banka soyma projenizden bahsetmişsiniz. Çok mu film seyrediyorsunuz?Şaka tabii bu. Bu ekonomik krizde her parasız kaldığımızda banka soymak aklımıza geliyor. Gitsek bi banka soysak diyoruz arkadaşlarla konuştuğumuzda. Bu söz şey gibi... "Şeytan diyor ki at kendini camdan aşağıya" gibi. Espri yani.
"Sezen Aksu’nun da başarısı şarkılarında kendisini anlatmasıdır"Sanırım albümünüz baştan sona otobiyografik. Özellikle mi bu böyle?Evet. İnsanlar gerçeği hissediyorlar. Bu yüzden kendi şarkılarımı yazmanın büyük avantaj olacağını düşünüyorum. Ben Hümeyra’dan çok etkilendim. Kendi gitarıyla kendi sözlerini söylerdi. Benim şarkılarımda da konuşur gibi, ifadeye yönelik bir anlayış var. Sheryl Crow ve Suzanne Vega’yla tavır olarak aynı şeyi yapıyoruz. Ben onların Türkiye versiyonuyum. Sezen Aksu’nun başarısı da otobiyografik olmasında saklı. Erkeklerden Teoman, Mirkelam böyle. Şebnem Ferah ve Nazan Öncel de kendilerini ifade ediyorlar. Hem kendileri gibiler hem de çok insani oldukları için herkese benziyorlar. Ben de böyle olmaya çalışıyorum.
"Ben bizim kadınların alemini anlatıyorum"Eski reklamcı, yeni roman yazarı Fidan Terzioğlu medyada "Bridget Jones’un Günlüğü"nün yazarı Helen Fielding’e benzerliğiyle anılıyor. Ama Terzioğlu, Bridget Jones’un hikayesini demode buluyor
Fidan Terzioğlu 1969 doğumlu. Sekiz yıl boyunca yaptığı reklam yazarlığından bir gün istifa eder. Ve "Hayat Roman" adını verdiği kitabını yazmaya koyulur. Roman baş kahramanı Koza Uçuran’ın, "İS-Tİ-FA ET-TİM" cümlesiyle başlar, Uçuran’ın onu sıktığına inandığı iş hayatından istifa ederek ayrılması ve bambaşka bir hayata geçiş serüveniyle devam eder.
İşyerindeki otomat kahvelerinin mide bulandırıcılığından, votka-Red Bull’lu gecelerin sıkıcılığına kadar Terzioğlu’nun kendi hayatıyla beslenen bir roman bu. Terzioğlu da medyada "Bridget Jones’un Günlüğü"nün yazarı Helen Fielding’e benzerliğiyle anılıyor. Koza Uçuran, yerli bir Bridget Jones mu? Bu benzetme doğru ve yerinde bir benzetme mi? Koza Uçuran ne menem bir kentli kadın? "Hayatla dalga geçen bir bakış açım var. ‘Vay benim halim nedir?’ duygusu yok bu romanda" diyen Terzioğlu’na sorduk.
Kitabınızın kahramanı Koza, tıpkı sizin gibi otuzunu biraz geçmiş. Reklam yazarlığından istifa ediyor. Sizin hayatınızda da aynen böyle mi oldu? Ben roman yazmak için istifa etmedim.
Ben işimi severek ve iyice derinlemesine yaptım. "Ne zaman bu işi bırakıp roman yazacağım?" demiyordum. Bir şey yaparken başka şeyler barınıyor içinizde. Reklam yazarlığının doğal bir devamı roman yazarlığı. İnsan hayatı boyunca aynı şeyi yapmak mecburiyetinde değil. İçinizden gelmeden bir şey yapıyorsanız bu mutsuzluk getiriyor. Bir dönem Koza da bunu yaşıyor. Ve bir türlü neyin onu mutsuz ettiğini bilmiyor. Ve istifa ediyor. Kitap, Koza’nın bu mutsuzluğu çözümlemesinin macerası.
"Bridget Jones’un Günlüğü", "Sex and the City" dizisi; bunlar size kitabı yazma aşamasında kılavuzluk ettiler mi? "Aa böyle bir trend var, kovalayabilirim" dediniz mi?Bir kere zaten benim kafamda Sex and the City hiç yer almadı. Çünkü bende CINE5 yok. Bu dizinin beş dakikasını bile görmüş değilim. Kadınlar hep kendi aralarında konuşurlar ve bu tür şeyler konuşurlar. Adamlar da oturmuşlar bunun bir dizisini yapmışlar. Bunun yeni bir şey gibi gösterilmesi benim çok komiğime gidiyor.
Kitabınızı Bridget Jones’un Günlüğü’ne benzetiyorlar. Buna ne diyorsunuz?Benim kahramanım Koza Uçuran, Bridget Jones değil. Yüzeysel bakıldığında öyle görünüyor. Ben romanımı kentli ve ayrıcalıklı kadınlar okusun diye yazmadım. Bir sürü insana, bir sürü şey ifade etsin diye yazdım. Ayrıca Bridget Jones hikayesi demode bir kavram. On sene öncesinin Londra’sında o zaman yeni olabilecek fikirlerle yazılmış bir roman. Kendi içinde başarılı bir roman. Ama günümüzün kadınına uymuyor.
Ne anlamda uymuyor?Kadınlar geçen on yılda çok hızla birtakım şeylerin farkına vardılar. Medyanın kadınları nasıl manipüle ettiğini, kadınları nasıl dolduruşa getirdiğini artık biliyoruz. Bridget Jones son derece nahif bir şekilde bu olaylara bakıyor. Ama ben romanımda bizim yaşadığımız hayatı anlatmak istedim. Bridget Jones başka bir alemi anlatıyor.
Sizce 1930’larındaki kentli İstanbullu kadın, New York’taki, Londra’daki kadınlarla hayatı aynı paralellik içerisinde mi yaşıyor? Yoksa buranın daha kendine has bir kentli kadın profili mi var?Vallahi bizim handikapımız şu; New York’ta bu tür bir hayatı severek ya da sevmeyerek yaşayan milyonlarca kadın var. İstanbul’da ise bu kendi içinde dezavantajları olan durumu yaşayabilmek bile bir avantaj gibi. İstanbul’da ‘Sex and the City’deki gibi yaşıyorum’ dediğin zaman bu herkes tarafından "Ne şanslı, ne şahane bir şey" gibi algılanıyor. Oysa "Sex and the Cityödeki kadıncağızlar kendi sıkıntılarıyla bunalmaktalar. Bunun İstanbul’da yaşayan kadınlar için kıskanılacak hatta övünülecek bir hale gelmesi acıklı bir şey. New York’ta yaşayan kadınlar gibi yaşayan kadınların sayısının 100 ile 500 arasında olması olaya dramatik bir boyut katıyor.
CUMARTESİ