30.05.2025 - 06:45 | Son Güncellenme:
YASEMİN ŞENER
YASEMİN ŞENER- Mimarlık yolculuğunuz nasıl başladı? Bu mesleği seçerken sizi yönlendiren durumlar, kişiler oldu mu?
KERİM MİSKAVİ Ben hatırlamadığım kadar küçük yaşta mimar olma kararı almışım. Dedem mimardı. Onların evinde mimari çizimleri göre göre bir anda kendimi altı yaşında perspektifin nasıl çizileceğini öğrenirken buldum. Hep de kararlılıkla devam ettim.
DERYA TEZEL Babam mimarlık okumuş, restorasyon yüksek lisansı yapmış ama tam 80 dönemine denk geldiği için mimarlığa tutkuyla bağlı biri olmasına rağmen kariyerine reklam sektöründe devam etmiş. Ben de üç yaşlarındayken aslında mimarlığın ne olduğunu tam olarak bilmesem de, “ben mimar olacağım” diyormuşum. O dönemde resim yapmayı mimarlıkla özdeşleştirmişim. Babamın hayata geçiremediği dileğini gerçekleştirmek gibi benim mimarlığa adım atmam. Sonrasında üniversite başvurularında mimarlık, endüstriyel tasarım ve hatta resim arasında gidip gelirken sonunda matematik ve fizik sevgimi de dikkate alarak bir kesişim kümesi bulup mimarlıktan devam ettim. Çok da sevdim.
YŞ- Kerim Bey üniversite eğitiminizi Teksas’ta Rice Üniversitesi’nde, Derya Hanım siz de Chicago’da Illinois Institute of Technology‘de aldınız. Amerika’yı tercih etmekteki sebepleriniz nelerdi? Bu okullardaki mimarlık ekolleri size nasıl bir yön verdi ve ne tür bir bakış açısı geliştirmenizi sağladı?
KM- Amerika’daki mimarlık programları özellikle Rice Üniversitesi’ndeki program, çok kuvvetli bir akademik ve profesyonel denge sunuyor. Aslında altı sene süren programda dört sene okuduktan sonra bir diploma alıyorsunuz. Sonra iki sene tam zamanlı bir şirkette profesyonel olarak çalışma hayatını deneyimleyip geri dönüp beşinci sene yine akademik bir programla devam edip mezun oluyorsunuz. Dolayısıyla okul bittiğinde mesleki anlamda oldukça geniş bir çerçeveden bakma fırsatı sunuyor. Rice Üniversitesi'nin mimarlık programında teori ve pratik arasında dengeli bir bakış açısı vardı. Kimi okullar teknik tarafa, kimi daha bağlamsal veya sanatsal bakış açısına yönelir. Rice Üniversitesi onların ortasında iyi bir denge kuruyordu. Houston’ı bir laboratuvar gibi kabul edip kentle etkileşime giren bir program kurgusu vardı. Sürdürülebilirlik üzerine düşünceler yeni yeni eğitimin içine girmeye başlamıştı. Ama Houston eskiden bataklık ve dere yatağı olan bir yerde bir metropol yerleşimi haline geldiği için tabiatla kentin ilişkisi stüdyoda her zaman ana konulardan biri olurdu. Yani mimari ile doğa ve ekoloji nasıl daha uyumlu ve birbirinden beslenen bir ilişki kurabilir gibi konular hep gündemdeydi. Sonrasında fark ettim ki hem bağlam ve pratik arasındaki denge hem de kent, mimar ve tabiat arasındaki denge bizim genelde yaptığımız bütün projelerde taşları yerine oturturken geri dönüp baktığımız, tekrar üzerine düşündüğümüz konulara dönüşmüş.
DT- Ben lise ikideyken değişim öğrencisi olarak Amerika’ya gitmiştim, o dönemde Amerika’yı tanımış oldum. Sonrasında üniversite başvuruları sırasında Amerika’yı tercih etmemde ailemin de, mezun olduğum lisenin de etkisi oldu. Chicago’nun mimarlık ekolü ve hayata dair ciddi bir platforma sahip olması okul olarak IIT’yi seçmemde etkili oldu. Üçüncü sınıftan itibaren çalışma hayatına girdim, sonra da hayat hep yarı zamanlı iş, yarı zamanlı okulla devam etti. llinois Institute of Technology oldukça teknik altyapılı bir programdı. Mies van der Rohe'nin kurduğu orijinal öğretim programı bizim zamanımızda da hala devam ediyordu. İlk iki dönem kavramlar üzerine yoğunlaştıktan sonra üç sene boyunca her dönem bir malzeme ve bir yapı tekniği üzerine eğitim aldık. Pragmatik bakmaya da yönlendiren bir programdı. Neyi, neden yaptığımızı çok sorgulardık. Dördüncü, beşinci sınıfta profesörler ve sektörün içinde yer bulmuş mimarlar tarafından çeşitli stüdyolar kurulurdu. Chicago'daki iyi bürolarla okulun ilişkisi sayesinde hepimiz çok erken yaşta stajlarla, yarı dönem çalışmalarla tanıştık.
YŞ- Amerika’da okul sonrasında Herzog & de Meuron ve Perkins + Will gibi global ofislerde çalıştınız. Bu deneyimler size neler kattı?
KM- Herzog & de Meuron'da geçirdiğim kısa zamanda tasarım kültürünün ne olduğunu deneyimleme fırsatım oldu. Günde iki kez ofisin avlusunda çay saatleri yapılırdı ve herkes bir araya gelip ne üzerine çalıştığına dair sohbet ederdi. O esnada avlunun diğer yanındaki maket atölyesine uğranır orada üretilen proje mock-uplarına bakılırdı. Bir mimarlık ofisinde tasarım kültürünün nasıl geliştirilebileceğini ilk orada gözlemledim. Sonrasında Amerika'da Mitchell Giurgola’da okul programının parçası olarak bir sene çalışma fırsatım oldu. Orada elli kişilik, oturmuş bir sistemle çalışan, genelde eğitim yapıları yapan bir ekip vardı. Her zaman kullanıcıdan başlayan bir bakış açısı vardı. Birçok eğitim yapısında regulasyonlar çok fazla olduğu için kullanıcı ihtiyaçları ile standartların, teknik gereksinimlerin ne kadar iç içe olduğunu ilk orada görme fırsatım olmuştu. Sonrasında SO-IL’e geçtim. Brooklyn'de kültürel işler yapan ve teoriyle pratiği bir arada tutmayı başaran ofislerden biriydi. Orada bağlamla başlayıp referanslarla, tasarımsal düşünceyle yola çıkıp onun inşa edilmesine kadar her adım, düşünceyi kaybetmeden nasıl devam ettirilir ve nasıl ısrarcı olunur, onu görme şansım oldu. Benim için bir okuldu diyebilirim. Eğitimin bir parçası üniversite ise diğer parçası da mesleğin pratiğini yapmaya başladığınızda mesleki eğitimin hayatta nasıl karşılık bulduğunun yansıması. Benim için SO-IL öyle bir yerdi diyebilirim.
DT- Ben çalışma hayatıma Murphy/Jahn’da başladım, Chicago ekolünün Mies’in mentorluğunda yetişen Alman mimar Helmut Jahn liderliğinde devam ettirildiği bir ofisti. Okuldan yine Mies'in öğrencisi olan Japon asıllı profesörüm beni yönlendirmişti. Helmut’un eskizlerinin cephe detayına kadar yapının inşaata kadarki hikayesinde devam ettiğini görürdük. Çok deneyimli kişilerle çalışma fırsatı buldum, kariyerime çok sağlam bir vizyona aşina olarak başladım diyebilirim. Sonrasında Perkins & Will’e geçişim tesadüfi oldu. İstanbul’da büyük bir yatırım projesi yeni SOM’den P+W’ya geçmişti. Proje lideri beni tanıyordu ve Türk olduğum için projeye dahil olmamı istediler. Perkins&Will yapı olarak çok farklıydı, çok büyük, kurumsal bir firma. Ofis kültürü nasıl kurulur, ofis bünyesindeki mimarlar kariyerleri boyunca nasıl desteklenir orada gördüm. Sürdürülebilirlik kavramlarının etkin bir şekilde projelere dahil edilmesi ile de ilk orada karşılaştım. Mimarlık eğitiminin kariyer içinde nasıl devam etmesi gerektiğine dair çok iyi bir ekosistemdi orası.
YŞ- Kerim Bey siz Türkiye’ye döner dönmez MAS’ı kurdunuz galiba. Kendi ofisinizi kurma refleksiniz nasıl gelişti?
KM- 2016 senesinin sonuna doğru, Amerika’daki 8 senem doluyordu ve Türkiye'ye dönmek istiyordum. O esnada So-IL'de Hong Kong'daki bir projenin proje yürütücülüğünü yapıyordum. Tasarım kısmı büyük ölçüde bitmişti, artık inşaatla ilgili konular çok uluslu ilerliyordu. Bir tek biz New York'taydık. Geri kalan herkes dünyanın diğer tarafındaydı. Ben de, İstanbul'a dönmeyi planladığımı ama Hong Kong'daki projeyi oradan devam ettirebileceğimi belirtip fırsat bu fırsat diyerek döndüm. Türkiye'ye dönmekteki ana nedenlerim arkadaşlarımla, ailemle yakın olmaktı diyebilirim. Yaklaşık bir sene burada yaşarken New York'taki firmayla çalıştım. Hayata adapte olma açısından yumuşak bir geçiş oldu. Sonrasında proje bitince -tabii böyle uzaktan çalışma kültürü yoktu o zamanlar- herkes kendi yoluna devam etti. Ben de kendi ofisimi kurayım diye başlamadım MAS’a, organik bir şekilde kendimi pratik yaparken buldum. Ortak bir arkadaşımızla dertleşirken Derya ile tanıştırılmamız ve aramızda güçlü bir sinerji yakalayacağımıza inanmamızın ardından, MAS’ın bir tasarım pratiği olarak gelişmesi ve olgunlaşması gerektiğini düşündük. Daha önce gözlemlediğimiz tasarım kültürünü gerçekten yaratabilmesi için işin ete kemiğe bürünmesi gerekiyordu. Tam da bu noktada, tabiri caizse işin adını koyduğumuz döneme girdik.
YŞ- Derya Hanım sizin Amerika’dan dönüşünüz, Kerim Bey ile yollarınızın kesişmesi nasıl oldu?
DT- Benim dönüşüm de çok organik oldu aslında. 2009 krizi nedeniyle Amerika'da işler biraz tatsızdı. Perkins & Will'in, çokça işi artık Ortadoğu'ya yönelmişti. Biz Amerika'dayız, Ortadoğu'ya iş yapıyoruz çok uzaktan projelere dahil olmak bana biraz oradaki çalışma hayatımı sorgulatmaya başlamıştı. Bu dönemde Türkiye'ye geldiğim bir sefer Murat Tabanlıoğlu ile tanıştım. Murat Bey de bana bir ay gelip denemek ister misin, diye sordu. Gelir gelmez Levent 199 projesi üzerinde çalışmaya başladım. Projeyi çok sevdim ve ciddi bir sorumluluk aldığım için de gece gündüz çok hızlı bir tempoya girdim. Üç ayın sonunda Chicago’daki evimi toplayıp tam anlamıyla Türkiye’ye yerleştim. Sonrasında hep büyük ölçekli projeler, güzel tatminler, sorumluluklar. İki çocuk, derken dokuz buçuk sene. Yani çok şanslıydım ama kendi şansımı da biraz da kendim yarattım diyebilirim. İyi projelerin içinde olmak için çok gayret ettim. Türkiye'den dünya mimarlığına kapı açan danışmanlarımız vardı. İsviçreli cephe danışmanlarıyla, Alman aydınlatma danışmanlarıyla sürdürdüğümüz projeler, Amerika'da alıştığım çok uluslu ve çok sesli pratiğin devamı gibi oldu. Sonra Kerim’le denk geldik ve bu yolculuğa başladık.
YŞ- Aldığınız eğitimler ve MAS öncesinde sizi biçimlendiren ekoller arasında nasıl bir denge söz konusu? Sizi ortaklıkta buluşturan neler oldu?
KM- Birbirimizi çok iyi dengeliyoruz ve kuvvetli olduğumuz yanları bir araya getirip MAS’ın bütüncül olarak ilerlemesini hedefliyoruz. İkimiz de sistem insanıyız. Sisteme çok inanan ve bunu ofiste, tasarım sürecinde ve hayatlarımızda çok önemseyen kişileriz. Özgür bir tasarım pratiğine sahip olmak için sağlam bir altyapıya ihtiyaç var, bu ikimiz için de vazgeçilmez bir şey. Bu konuda Derya ofisin bütün omurgasını oluşturuyor diyebiliriz. Diğer taraftan ben de bütün projelerin içinde olmak, birinci elden tasarım yapmak konusunu çok önemsiyorum. Sistemin varlığı sayesinde de bunu yapma şansımız oluyor. Birbirimizle çok iyi bir denge oluşturduk diye düşünüyorum.
YŞ- Peki nasıl bir ekip yapınız var? Daha önce sizin çalıştığınız uluslararası firmalardan etkilenerek kurduğunuz bir ekosistem mi var burada?
DT- Ben oldukça hiyerarşik yapılarda deneyim kazandım. Genelde büyük ekipler ve o büyük ekipleri yöneten kişiler ile geçti kariyerim. MAS’ta ise çok sesli olmaya önem verdiğimiz bir stüdyo anlayışıyla ilerliyoruz. Herkes ne kadar sorumluluk almak istiyorsa, ne kadar çok sesini duyurmak istiyorsa onu sağlamaya açık bir sistem var. Herkesin bilgisi, önceki deneyimlerindense, her şeyi, her projeyle yeniden keşfetmeye çalışıyoruz. Tabii ki geçmişten gelen deneyimin verdiği teknik bilgiler geçerli ama bizim ekip arkadaşlarımızı seçerken aradığımız unsurlar mesleki tutku, kurduğumuz sisteme olan saygı, sistematik bir şekilde çalışmaya ve sebep-sonuç ilişkisine olan inanç, özveri.
KM- MAS’ı yeni filizlenen bir tasarım pratiği olarak görüyoruz. Mimarlığın ömrü uzundur ve yavaş bir meslektir. Biz çok genç bir ofisiz her anlamda. Bu yüzden de oluşturmaya çalıştığımız ekip yapısı uzmanlaşmadan ziyade herkesin yeni filizlenen kültürün temel taşı olması üzerine kuruluyor. Bence mesleki olarak yaptığımız işten doyum alabilmemiz için, projenin başlangıcından bitişine kadar tüm adımlarda aynı kişilerin devam etmesi önemli. Öbür türlü yaptığınız işe yabancılaşabiliyorsunuz. Benim Amerika'da gördüğüm herkes her şeyi biraz bilsin ama hiçbir şeyin de tam uzmanı olmasın fikrini tutmaya çok özen gösteriyoruz. Bu bizi esnek kılıyor. Her projeye taze bir bakış açısıyla bakmamızı sağlıyor. Böylece herkesin üstüne koyabileceği yeni, daha önceden düşünülmemiş bir şey ekleme olasılığı oluyor. Bunu korumak için sistemli ama hiyerarşik olmayan bir düzen yaratmaya çalışıyoruz diyebilirim.
DT- İkimiz de Türkiye'ye döndüğümüzde burada bazı etiketler olduğunu fark ettik ve bu etiketlerin sektördeki yaygın kabullerine şaşırdık; belediye ruhsatçı, detaycı, teknik çizimci, rendercı, konseptçi, vb. Ofiste de buna bilinçli bir şekilde karşı duruyoruz. Buradaki arkadaşların bizimle devam ettikleri yolda mimarlığa bütüncül yaklaşmalarını istiyoruz. Okurken de, çalışmaya başladığım zaman da, hep duyduğum "çok yönlü mimar" olgusunu çok önemsedim. İnşaat mühendisliğinden yüksek lisans dersleri dahi aldım bu amaçla. Mimarlığın birçok farklı cephesi var ve her cepheden biraz anlıyor olmanız lazım sorunlara doğru cevapları bulabilmek için. Bu prensipten yola çıkarak MAS’ta da böyle bir kültür ve ekol yaratmaya çalışıyoruz.
YŞ- Ulusal mimarlık yarışmalarında aldığınız ödüllerin MAS’ın yolculuğunda önemli dönüm noktaları olduğunu söyleyebilir miyiz? Yarışmalar sizin için ne anlam ifade ediyor?
KM- Katıldığımız yarışmaların tasarımlarımızın gelişmesinde, yönlenmesinde, olgunlaşmasında çok büyük katkısı var. Birincilik aldığımız Güzelbahçe Yerleşkesi Yarışması emeklemeye başlayıp daha sonraki tasarım pratiği dönemine geçmemize vesile oldu. Yarışmalar daha önce bahsettiğimiz o tasarım kültürünün yeşermesi için birer araç. Bir söylem oluşturmak, o söylem üzerine çalışmak, onu ortaya koymak, mimari üzerinden onu test etmek ve sunmak, mesleğin içindeki yerini gözlemlemek birinci hedefimiz. Güzelbahçe Yerleşkesi ile söylemimizin hayata geçişini de görüyor olmak ve tüm adımlarını takip etmek, mimarlığın hayata geçiş ve kullanıcılarına kavuşma kısımlarına da uzanabiliyor olduğunu görmek, bunun mücadelesini vermek müthiş kıymetli. Gerçekten birinci elden bunun MAS’ın oluşumuna çok büyük katkısı olduğunu görüyoruz ikimiz de.
YŞ- İzmir Ekonomi Üniversitesi Güzelbahçe Kampüsü’nün şantiyesi devam ediyor sanırım. Projenin sürecini ve öyküsünü dinleyebilir miyiz sizlerden?
DT- İlk yarışma dönemi çok heyecanlıydı. Bu kadar önemli bir konu üzerine hep beraber düşünelim diye girdiğimiz bir yarışmaydı. Yarışmalarda hep tutunacağımız fikire karar verdiğimiz bir evre oluyor. Hatta hangi fikirle ilerleyeceğimize karar vermek için ofis içinde kendi yarışmamızı yaptık öncesinde. Sonra kazanmak tabii çok kıymetliydi ve büyük bir sorumluluk hissettik, hala da hissediyoruz. Binaların ömrü 20-50 sene gibi tanımlanır ama bir üniversite dediğiniz zaman onun ömrünü ben hayal edemiyorum; çünkü orada yaşanacak bütün hayatlara inanılmaz etkisi var. Bu kadar büyük ölçekli bir proje olduğu için başından beri ekipçe edindiğimiz deneyimin ofise katkısı inanılmaz olacak. Bu projede MIMLAB ile beraber çalıştık; yarışma sürecinde bir sinerji kurduk ve hala devam ediyoruz. İki ayrı ofis olarak çalışıyoruz ama birçok şeyi birlikte tartışıyoruz; bu da çok seslilik kattı bize.
KM- Projenin içeriğinin yanı sıra aslında süreci ve yapılanması da bir üniversite kampüsüne yakışacak şekilde çok sesli ve çoğulcu. MAS & MIMLAB olarak iki mimari ekip girdik yarışmaya ve projeyi birlikte yürütüyoruz. İşveren tarafında birçok farklı bölüm var. Dekanlar var, kullanıcılar var, öğrenciler var. Kentsel bir doku ve onun paydaşları var. Tamamen bugünün ve yarının üniversitesinin yaşantısını hissedebildiğimiz bir yapılanma içindeyiz. Proje sürecinin ilerleyişini görmek de bize apayrı bir bakış açısı kazandırdı. Şu an inşaat etaplanarak ilerliyor. Birinci etap 2026 güz döneminde eğitime açılacak, bunun heyecanı içerisindeyiz. İkinci etap resmi onay sürecinde. Sonrasında da üçüncü etap takip edecek. Proje kendi içinde uzun bir yolculuk ama üniversitenin ilk öğrencilerini önümüzdeki senenin sonbaharında binalarına kavuşmuş bir şekilde görmeyi ümit ediyoruz.
DT- Orada karşılaştığımız zorlukları her an birlikte çözmeyi bir öğrenme süreci gibi karşılamaya çalışıyoruz. İdeal bir dünyada tasarladığımız bir yarışma projesini Türkiye'nin bu kadar kalabalık gündemli bir döneminde hayata geçirmeye çalışmak paha biçilmez bir deneyim olacak. Günün sonunda kitabı yazılır.
YŞ- MAS’ı ve tasarım yaklaşımını, çeşitli ölçek ve mecralarda projeler yürüten, kavram odaklı bir tasarım pratiği olarak tarifliyorsunuz…
DT- Bahsettiğimiz, etiketlerden bilinçli bir şekilde sıyrılma çabamızın bir parçası. Bilinçli şekilde çok farklı ölçeklerde çalışıyoruz. Nasıl mimarlar olarak bir konunun uzmanı olmaktan kaçıyorsak, projelerde de fonksiyon veya ölçeğe çok bağlı kalmamaya çalışıyoruz. Taze bakış açısını destekleyen bir yöntem oldu bu bizim için. Ve heyecan duyuyoruz. MAS’ta, iç mimari detaylarla, şantiye süreçleriyle ilgilenmeye başladım. Seneler sonra meslek hayatımda ilk defa öğrendiğim şeylerden heyecan duydum. Hiç karşılaşmadığımız problemlerle karşılaşıyoruz. Bizi besliyor, ikimiz de öğrenmekten keyif alan insanlarız.
KM- Geçenlerde çok güzel bir şey okudum, onu düşünüyorum bir süredir. Yemek pişerken yemeğe not verilmez. Bizim de bilinçli hamlelerimizle MAS'ın tasarım pratiği pişerken kendimizi bir alana sıkıştırmama veya çok erken tanımlayıp kısıtlamama gayretimiz oldu. Bence tanımların dışında kalma iç güdüsüyle farklı ölçeklerde kendimizi çokça test ettiğimiz bir şekilde ilerledi. Bundan büyük keyif alıyoruz. Çünkü ölçekler değiştikçe sonuçtan veya konudan bağımsız, süreci ön planda tutarak herhangi bir probleme MAS’ın tutarlı bir şekilde yanıt verebildiği bir metodoloji geliştirmeye odaklandık. Genelde tasarım dünyası hep ikilemler üzerinden kendini tanımlar. Biz işin kavramsal tarafına sadık kalarak hayata geçmesine çok kıymet veriyoruz. İyi anlayarak bir projeye girdiğinizde aslında ölçek, tipoloji ya da herhangi bir kıstas belirleyici olmaktan çıkıyor. Konuyu anlayarak başlamak da kavramsal yaklaşımının yapı taşlarından biri oluyor.
YŞ- Bireysel konut projelerinde yarattığınız çözümlerin alışılagelmiş bir yaklaşımın sonucu olmadığını, mekanı hem estetik hem de fonksiyonel olarak üçüncü boyutta da yaşatan, heykel gibi biçimlendirilmiş hacimler ortaya koyduğunuzu görüyoruz. Bireysel konut tasarımlarınızı, kendinizi daha özgür hissettiğiniz, daha yaratıcı ve inovatif işler ürettiğiniz bir alan olarak tanımlar mısınız?
KM- Bireysel konut tasarımı çok kişisel bir şey. Günün sonunda orada gerçekten yaşayacak kullanıcıyla mimar olarak etkileşime giriyorsunuz ve onun yaşam alanını kurguluyorsunuz. Bahsettiğiniz işlerde işverenlerimizle çok güzel ilişkiler kurduk. İki projede de işverenlerimiz bize beklentilerini, ihtiyaçlarını anlatıp “Gerisi sizin uzmanlığınız” diyerek bize oldukça geniş alanlar bıraktı. Komik bir şekilde ihtiyaçların birbiriyle tam zıt olduğu işlerdi. PH7800 işverenimizin “Benim için fonksiyonellik tamamen ikinci planda, önemli olan buradaki mekan ve mekanın dış dünyayla olan ilişkisi ve mimarisi” diye yönlendirdiği, dolayısıyla mekan algısı üzerine odaklandığımız bir projeydi. Ilıca Evi’nde ise işverenimiz “Burayı çok seviyoruz ama iki çocuğumuzla nasıl sığacağımızı bilmiyoruz. Her metreküpü sonuna kadar tasarlamanız ve kullanabilmemiz lazım” diyerek ihtiyaçlarını bize verdi. İhtiyaçları anladıktan sonra bizim mimar olarak sabit tuttuğumuz şey, yarattığımız mekanın niteliğiydi. Yine yemekten örnek verecek olursak, istediğiniz kadar iyi tekniklerle pişirmiş olun, yemek lezzetli değilse tabakta kalır. Her iki projede de işverenlerimizle karşılıklı güven sayesinde mekansal olarak cesur olma şansını elde ettik. İç mimari bir proje bile olsa mimari ölçüde yarattığımız o boşluklar, doluluklar, ışığın mekanla ilişkisi gibi konular bizim aslında pratiğimizin merkezindeki konular olduğundan ihtiyaçların yanında yer alabildi bu projelerde.
DT- Mekanı giydirmeden önce soyuyoruz ve iskeleti kurgulamak ilk hamlemiz oluyor. Örneğin, Cihangir Evi projesi çok güzel bir Cihangir sokağında yer alıyor. Bir tarafta tarihi cepheler, bir tarafta Boğaz manzarası… Evin her noktasını manzarayla birleştiren bir kurgu yaratmak hepimizde heyecan uyandırdı. İşverenin isteği de bu yöndeydi. Sonra her şey biraz o hikayenin devamı niteliğinde. Başta kurguladığımız temel hikaye neyse, her kararda ona dönüp bu karar bu hikayenin cevabı mı diye soruyoruz.
YŞ- Uluslararası mimarlık ve tasarım bienalleri için de ürettiğiniz işler mevcut. Mimarlığın kavramsal alanında üretim yapmak sizin için nasıl bir önem taşıyor?
KM- Yine bir yerde okumuştum. Mimarlar başka mimarlar olmadan hayatta kalamaz. Biz buna çok inanıyoruz. Bienallerde yer alma arzumuz, bir yandan akademik diyalogun içinde kalmak, üniversitede ders vermek, öğrencilerle temas etmek, o mesleki diyalogların bir parçası olmak, bunların hepsi bizi besleyen şeyler. Bu döngü olmadığında izole olduğumuzu hissediyoruz. Dolayısıyla hep o bienallerle, Dubai Tasarım Haftası'yla, şimdi yakın zamanda Versailles'daki projeyle bu diyaloğun parçası olmak, bir söylemde bulunmak bizim için çok hayati. Çok önemsediğimiz ve içinde yer almak istediğimiz bir kurgu diye düşünüyorum.
DT- Evet, kendimizi konumlandırırken, ikimizin de mesleki hayatı uluslararası bir düzende başladığı için o diyaloğu uluslararası platformlarda yapmanın da bize verdiği ayrı bir haz var. Uluslararası projelerimiz de var aynı şekilde. Biz gerçekten tasarımlarımızın dünyayla global seviyede etkileşime girmesini istiyoruz.
YŞ- İklim teması ekseninde Paris’te kurgulanan BAP! 2025 kapsamında, bir sergiye davet edildiniz. Bu sizin açık çağrıya verdiğiniz bir yanıt mıydı?
KM- Doğrudan davet edildik. Açılışta bizi tanıtırken çok güzel anlattılar, küratörler Philippe Rahm ve Sana Frini. Fransa'da iklim krizine dair nasıl çözümler üretebiliriz fikrinden çıkan bir sergi teması var. Çok yerinde bir şekilde, bununla zaten halihazırda baş etmeye çalışan coğrafyalardan kendimize bilgi birikimi toplayalım, bu serginin bir parçası olsun demişler. Ve Türkiye'den bir katılımcı ararken bizim Barjeel projesiyle karşılaşıyorlar, işlerimize bakıyorlar. Türkiye'yi siz temsil edin dediler bize. Çok büyük bir onurdu oraya öyle davet edilmek. Barjeel 2019 yılında Dubai Tasarım Haftası için yaptığımız bir projeydi. 6 sene öncesinden bir projenin fark edilmesi de bu diyaloğun parçası olmanın ne kadar yerinde olduğunu hatırlatıyor.
YŞ- Sergide nasıl bir projeyle yer aldınız?
KM- Versailles'deki sergi için yaklaşık 2-3 senedir üzerinde çalıştığımız Güzelbahçe Kampüs projesini, sürdürülebilir bir yapılaşma biçimi olarak ele aldık ve geçmiş yapısal geleneklerden de esinlenen, Selçuklu ve Osmanlı mimarisinde sıkça gördüğümüz revak yapıları gibi pasif iklimlendirme tipolojileri olarak gelişen mimarilerden bir model sunduk. Bunu yaparken şu an üzerinde çalıştığımız projeyi daha farklı sonuçlar da doğurabilecek bir model veya bir prototip gibi türetmeler üzerinden, revak şekilleri, havayı yönlendirecek, hava akışını biçimlendirebilecek mimari araçları bir araştırma konusu haline getirdik.
YŞ- Sergi nasıl bir ilgi gördü? Etkileşimler, geri dönüşler oldu mu?
DT- Bu, bütün Paris'i içine alan tüm bölgeye ait bir bienal. Bu yıl bienalin üçüncüsü düzenleniyor ve eserleri Versailles'da yerleştirme kararlarına kadar gerçekten katılımcısı, konusu, yeri üzerine çok düşünerek bir araya getirmişler. Bizim dışımızda, yani bizim dahil olduğumuz sergi dışında bir takım peyzaj yerleştirmeleri de vardı. Hepsini gezdik ve çok dolu dolu bulduk. Sonra yavaş yavaş Türk ziyaretçilerden mesajlar gelmeye başladı. Bienali gezdik, sergide sizi de gördük, diye. Bayağı iyi duyurmuşlar. Şehrin her yerinden gelen insanlar vardı. Yurt dışından, özellikle Tunus, Meksika, İspanya gibi ülkelerden uluslararası ekipler ve ziyaretçiler vardı.
KM- Biz sergiyi oluştururken, başka yerlere uyarlanabilecek, yoruma açık kalabilecek bir yaklaşım göstermesini çok önemsemiştik. Çünkü karşı karşıya olduğumuz iklim değişikliği henüz mimarlar olarak nasıl yanıt vereceğimizi çok kesin bir şekilde çözümlediğimiz bir konu değil. Herkes bir takım deneysel yaklaşımlarla daha iyi sonuçlar ortaya koymaya gayret ediyor. Bunu yaparken çoğunlukla geriye dönüp daha önceden yapılmış iyi pratiklerle bunu özümsemeye çalışıyoruz. Bizi en çok mutlu eden şeylerden biri, sergiyi görüp bizimle diyaloğa giren kişilerdi. Geri dönüşler, farklı coğrafyalarda farklı yankı bulabilecek bir öneri olmasının ne kadar kıymetli olduğu yönündeydi. Çünkü günün sonunda iklimle ilgili değişimlerde karşılaşacağımız sorunlar hepimizden, her coğrafyadan daha büyük ve hepimizin ortak kolektif çözümler üretebileceği bir şey. Biz de bunun algılanmış olmasından çok mutluluk duyduk.