09.01.2011 - 01:00 | Son Güncellenme:
Miraç Zeynep Özkartal
Çayan Demirel’in Diyarbakır Cezaevi üzerine çektiği “5 Nolu Cezaevi/ 1980-1984” belgeselini seyrettim. Bir filmi beğenince yönetmenine “Eline sağlık” demek adettendir. Ama Çayan Demirel’e diyemedim. Böyle bir tebrikin, 1980-84 arasında o cezaevinde işkencelerde ölen 34 kişiye ve lağımların içine kafaları sokulan, coplarla tecavüz edilen, ölesiye dövülen, insanlık onurlarını kırmak için akıllara gelmeyecek yöntemlere başvurulan binlerce kişiye ayıp olacağını düşündüm.
Ortadan ve yumuşak cümleler kurmak gelmiyor içimden. Bir hafta boyunca Beyoğlu Yeşilçam Sineması’nda gösterilecek bu belgeseli seyredin. Başbakan’ı veya Kürt açılımı konusunda yetkili birilerini tanıyorsanız, lütfen onlara da seyrettirin.
“5 Nolu Cezaevi” yoluna nasıl çıktınız?
Daha önce “38” diye bir çalışma yapıp Dersim ‘38 olaylarını anlatmıştık. Onu yaparken Diyarbakır Cezaevi’ni de anlatmayı programa aldık. Aslında şöyle bir ihtiyaçtan doğdu da diyebilirim: Ben Dersimliyim ve annemle aynı dili konuşamıyorum. Bu durumda bunun nedenlerini sorguluyorsun ve Cumhuriyet tarihinin önemli duraklarında kendi tarihsel sürecinin kesintilere uğradığını görüyorsun. Bu düşüncelerle ortaya çıktı belgesel.
Belgesel için kaç kişiyle konuştunuz?
80 civarı. 45’e yakını da belgeselde yer aldı.
Konuşmaya gönüllü oldular mı yoksa ikna etmeniz zor mu oldu?
Hiç zor olmadı. Çünkü süreçle hesaplaşmak için hazırlardı. Çok rahat yüzleşiyor ve anlatabiliyorlar.
Yaşadıklarını sözcüklere dökerken yaşadıkları travmalar tazelenmedi mi?
Kuşkusuz. Bakışlarından o anı yeniden yaşadıklarını hissedebiliyorsunuz. Posttravmatik bir sendrom olarak görmek de mümkün. Aşmış gibi görünebilirler ama onlarda yaşadıklarının derin izleri olduğuna eminim. Çünkü bu meseleyle toplumsal olarak yüzleşilmedi.
Tanıklar belgeseli seyredince ne hissetiler?
Çok yumuşak buldular. Oysa bu süreci birebir yaşamayanlar için çok ağır bir belgesel, birçok insan yarısında çıkıyor. Ama yaşayanlara soft geldi. Bu da o yılları ne kadar acı ve derin yaşadıklarını gösteriyor.
Belgeselci olarak öyküye nasıl mesafe aldınız?
Bu süreçten etkilenmemek mümkün değil. Aklınızın almadığı hikayeler dinliyorsunuz; fare yedirmekten cop sokmaya kadar. Bir de bir Dersimli olarak bu coğrafyada bu tür hikayelere ne kadar alışkın olduğumu gördüm. Bu anormal bir durum ama bizim yaşamımızda neredeyse olağanlaştı.
Filmde işkenceye maruz kalan mahkumları dinliyoruz. Hikayenin diğer yanına, işkencecilere ulaşmaya çalıştınız mı?
Dönemin sıkıyönetim komutanı Kemal Yamak’ı aradım. Bir kitap yazdığını ve tarihsel sorumluluğunu yerine getirdiğini söyledi. Esat Oktay Yıldıran’dan sonra gelen komutan Ali Osman Aydın, görüşme talebimizi reddetti. Devlet bugün yaşananları suç olduğunu söylüyor. Ama ortada isimler yok. Madem yüzleşiyoruz diyorsunuz, hesabını sorun.
Bu vahşeti yaşayanlar nasıl baş edebilmişler, bu gücü nereden bulabilmişler sizce?
Başka seçenekleri yok ki! Dayanıp üstesinden gelmek zorundalar. Hepsi bir şekilde politikanın içinde. Yaşadıkları, mücadele azimlerini perçinleyen bir şeye dönüşmüş. Acı öğreten bir duygudur.
“5 Nolu Cezaevi” bir hafta boyunca Beyoğlu Yeşilçam Sineması’nda oynayacak. Sonra ne olacak?
Seyircisi olursa bir hafta daha sürecek gösterim. Sonra DVD olarak çıkacak. Becerebilirsek bir kitaba da dönüştüreceğiz.
“Birkaç psikopatın değil, devletin suçu”
Başbakan, Diyarbakır mitinginde Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlardan söz etti. Bu bir şeyleri değiştirdi mi?
Burayı yalnızca işkencelerin yaşandığı bir cezaevi olarak görmememiz gerekir. Sadece Esat Oktay ya da askerlerin sorumlu olduğu kriminal bir olay değil. Hükümet sistem eleştirisi yapıp Kürtlere devlet suçu işlendiğini ortaya koymak zorunda. “Birkaç psikopat adam vardı” dersen bu sorunu ertelemek olur. Devlet özür dilemeli.
Filmde sık sık şu cümleyi duyuyoruz: “Burası askeri bir okuldur. Bu okulun tek amacı vardır; o da sizi Türkleştirmektir.”
Tek kelime Türkçe bilmeyen adama üç günde 54 Türk marşını ezberleme emri veriliyor. Bugün orayı okul yapacaklarını söylüyorlar. Zorla Türkleştirmeye çalıştıkları ebeveynlerin çocukları o okulda “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” mu diyecek? Bu, insan olan herkesi incitir.
Kültür Bakanı Günay da müzeye dönüştürüleceğinden söz etti.
Bu cezaevinde yatanların talepleri öncelikli olmalı, söz hakkı onurları kırılan o insanların. Ve hepsi buranın bir müzeye dönüşmesini istiyorlar.
“İşkence yapmayı reddedenler ihraç edildi”
Filmlerde işkenceci gardiyanlar yıllar sonra bir muhasebe yapar ve nedamet getirirler. Diyarbakır Cezaevi tarihinde böyle bir şey var mı?
Ben karşılaşmadım. Ama Selim Dindar işkencecilerinden biriyle karşılaştığını ve oturup çay içtiğini söylemişti.
Anlatılan işkence yöntemleri akıl alır gibi değil. İşkencecilerin ruh halini nasıl analiz ediyorsunuz?
Oraya giren binlerce kişiye bir kişinin işkence etmesi mümkün değil. Bu sistem, geçici olarak askerlik yapanlara bu işkenceyi uygulatabilme becerisinin asıl ortaya koydu? Benim cevap bulamadığım bir sorudur bu. O mekanizma, nasıl oldu da devamlı işkence üreten insanlar yarattı? Bunu reddeden askerler da var tabii ki, ama onlar ihraç edilmişler.
Cevap bulamadığınız başka soru oldu mu?
Bugün anadil veya Kürtlerin ne istediğine ilişkin sorular sorulduğunda “Daha ne istiyorsunuz?” denmesini aklım almıyor. Diyarbakır Cezaevi’nde çok vahşi şeyler yaşandığını söylüyorsunuz. Sonra hâlâ lütufmuş gibi TRT Şeş ve Kürtçe kurslarını sunuyorsunuz. Bu da çözemediklerimden biri.
Bu film üzerine yaptığınız bir söyleşide bu cezaevinde yaşananları bir jenosit olarak tanımlamışsınız.
Bu tarihsel bir devamlılık. Türkleştirmeye çalıştığınız yerde bir soykırım uyguluyorsunuzdur. Belki toplu katliam yaşanmadı ama insanların zihnini yok etmek için jenosit uygulaması bu. Kürt oldukları halde Türk olduklarını kabul ettirmek, zihinlerde yaşatılan bir soykırım.
“Başbakan tek dil diyor ama...”
Bugün Başbakan tek dil diyor. Ne var ki tutuklularının anlattığı bir hikaye var: Anneleri ziyarete geliyor ama tek kelime Türkçe bilmiyorlar. Yalnızca “Oğlum” demek istiyor ama bunu Kürtçe söylemek yasak. Anne her seferinde konuşmadan gidiyor oradan.