Son olarak Türkiye'nin Avrupa Konseyi nezdindeki temsilciliği görevinde bulunan Büyükelçi ve hukuk doktoru Rıza Türmen, 3 Kasım 1998 tarihinden itibaren, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ile Divanı'nın birleşmesiyle oluşan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlığı görevini üstleniyor. Dr. Türmen, görevine başlarken, insan haklarının uluslararası siyasetteki yeri üzerine görüşlerini Milliyet için kaleme aldı. Dr. Türmen'in makalesini bugün ve yarın iki bölüm halinde yayımlıyoruz.Bireylere tanınan hakların, devletler arasındaki ilişkilerin konu olduğu uluslararası siyaset arenasında ne işi olabilir? İnsan hakları bir hukuk sorunu olduğuna göre, uluslararası siyasetle ilişkili olarak ele alınması doğru bir yaklaşım mıdır? Hiç kuşkusuz ki, insan haklarının amacı bireyleri doğuştan sahip oldukları en temel haklarının güvence altına alınması. Ancak insan haklarının uluslararası siyaset alanına girmesi günümüze ait, yeni bir olgu değil. 2. Dünya Savaşı'nda insan haklarının kitlesel bir biçimde ihlali, savaş sonrası düzenlemelerinde insan hakları konusunu uluslararası ilişkilerin bir parçası haline getirdi.
Savaş sonrası yürürlüğe giren ve devletler bakımından bağlayıcı bir nitelik taşıyan yüzlerce insan hakları anlaşması bunun kanıtı. Bu anlaşmaların bazıları temel hak ve özgürlükleri içeren, bazıları ise çocuk hakları, kadın hakları gibi belirli hakları düzenleyen metinler.
Temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalarda yer alan pek çok kural, teamüli hukuk kuralı niteliğini kazandı. Dolayısıyla devletler, bu anlaşmalara taraf olmasalar bile bu kurallara uymakla yükümlü. Örneğin, köle ticaretinin yasaklanması, yaşam hakkına saygı gösterilmesi, işkence ya da kötü muamelenin önlenmesi bu tür kurallardan. 2. Dünya Savaşı'yla insan hakları konusunun uluslararası siyasete girmesinin en önemli nedeni, savaşın insan hakları ihlalleriyle uluslararası barış ve güvenlik arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarması.
Nitekim, savaş sonrasındaki uluslararası belgelerde bu ilişki çokça vurgulanmakta. 1948 "İnsan Hakları Evrensel Bildirisi" ilk cümlesinde, insan haklarının "dünya barışının temeli" olduğunu belirtir. Birleşmiş Milletler Yasası'nın 55. maddesi, BM'nin uluslararasında barışçı ve dostça ilişkiler kurmak, istikrar için gerekli koşulları yaratmak amacıyla "ırk, cinsiyet, dil ya da din ayırımı gözetmeksizin herkesin temel hak ve özgürlüklerine evrensel saygıyı ve bunların ihlal edilmemesini" sağlamayı öngörür.
Ancak soğuk savaşın koşulları, insan haklarının bağımsız bir konu olarak kendi parametresi içinde ele alınmasına izin vermedi. Soğuk Savaş döneminde insan hakları, Soğuk Savaş diplomasisinin bir aracı olarak kullanıldı. Her iki blok da insan haklarından, aralarındaki ideolojik mücadelede siyasal avantaj sağlamak amacıyla yararlanmak istedi. Sovyetler Birliği insan haklarını salt bir propaganda aracı olarak Batılı ülkeleri eleştirmek için kullandı. ABD ve diğer Batılı ülkeler de, insan hakları konusunu Sovyet sistemini zayıflatmak için uluslararası alanda ön planda tuttu.

Soğuk Savaş diplomasisinin bir özelliği de insan haklarının bazen güvenlik, bazen de ekonomik konularla bağlantılı olarak bir paket halinde ele alınması. Bunun sonucunda güvenlik ve ekonomi konularında verilen ödünlerle Sovyet bloku ülkelerinde insan hakları alanında sınırlı da olsa bazı gelişmeler elde edildi.
Bunun en iyi örneği 1975'te imzalanan "Helsinki Nihai Senedi". Nihai Senet'te Batı, sınırların dokunulmazlığı ilkesini kabul etti Sovyetler Birliği'nin nüfuz bölgesini tanıdı, buna karşılık Sovyetler Birliği de insan hakları konularında bazı ödünler verdi. "Helsinki Senedi" Batı ve özellikle ABD basınında çok eleştirildi; Sovyetler Birliği'nin istediğini elde ettiği, Batı'nın kazançlarının ise önemsiz olduğu ileri sürüldü. Ancak aradan geçen süre içinde Batı'nın sağladığı kazançların hiç de önemsiz olmadığı anlaşıldı.
"Helsinki Senedi" Batılı devletlere Sovyetler Birliği'ndeki insan hakları ihlallerini eleştirmek ve bu konuda baskı yapmak için yasal bir zemin oluşturdu. Böylelikle insan hakları uygulamaları Sovyetler Birliği'nin bir iç sorunu olmaktan çıktı. Bunun önemli bir sonucu Sovyet blokundaki insan hakları örgütlerinin doğmasıdır. Andrei Sakharov'un başkanlığındaki "Sovyet İnsan Hakları Komitesi", Çekoslovakya'daki "Charter 77" gibi sivil toplum örgütleri "Helsinki Senedi"nin ürünüdür. Ayrıca "Helsinki Senedi"nde öngörülen insani temaslar, Sovyetler Birliği ve Sovyet bloku yurttaşlarının Batı ile temaslarını kolaylaştırdı. Bütün bu gelişmelerin Sovyet blokunun yıkılmasında önemli bir etken olduğu yadsınamaz.
Soğuk Savaşın sona ermesi, Sovyetler Birliği'nin yıkılması uluslararası ilişkilerde temel değişiklikler yaptı. Tarihçi Eric Hobsbawm'ın yazdığı gibi, Soğuk Savaş'la birlikte 40 yıldır uluslararası ilişkilerin istikrarlı bir biçimde yürütülmesini sağlayan uluslararası sistem çöktü. Bu sisteme dayanan ulusal sistemlerin de zayıflıkları ortaya çıktı. Ulus - devletler bir yandan küreselleşen ekonomik güçlerin, öte yandan kendi içlerindeki ayrılıkçı etnik güçlerin baskısı altına girdi.
Ulus - devletlerin güvenliklerine yönelik askeri tehdidin ortadan kalması, buna karşılık uluslararası istikrar ve güvenliğe tehdidin ülkelerin içindeki, çoğu insan haklarıyla ilişkili gelişmelerden kaynaklanması, insan haklarının uluslararası alandaki konumunu da etkiledi. Soğuk Savaş sonrası döneminde güvenliğin tanımı değişti. Güvenliğin ve barışın ancak devletlerin insan hakları ve demokrasiye saygı göstermeleri ile sağlanabileceği inancı doğdu. Soğuk Savaş sonrasında uluslararası ilişkilerde "demokratik güvenlik" kavramı yerleşti. Bu kavram, bir kere, demokrasi, insan hakları, hukuk devleti kavramları arasında bağlantı kurmakta. Bu unsurlardan birinin eksikliğinin diğerlerinin gerçekleşmesini engelleyeceği varsayılmakta. Dolayısıyla sadece
seçim yapmak, artık demokrasi için yeterli görülmüyor; insan hakları ve hukuk devleti de demokrasinin vazgeçilmez unsurları. "Demokratik güvenlik" kavramı, yukarıda sayılan üç unsurla barış ve güvenlik arasında bağlantı da kuruyor.
Bu yaklaşımı "Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü" (AGİT) ile "Avrupa Konseyi" (AK) belgelerinde görmek mümkün. Örneğin, 1992'de Helsinki'de düzenlenen AGİT
Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi bildirgesinde şöyle denmekte: "Yaklaşımımız geniş kapsamlı güvenlik anlayışına dayanmaktadır... Bu kavram, barışın korunmasını insan hakları ve temel özgürlüklere saygı duyulmasına bağlar". Burada temel varsayım, demokratik, insan hakları ve hukuk devletine saygılı devletler arasında savaş olmayacağı. Bu tartışılabilir kuramsal varsayımın altında pratik nedenler yatmakta. İnsan hakları ihlallerinden kaynaklanan iç savaşların bölge devletlerine yayılması olanağı yüksek. Bosna ve Kosova'daki iç çatışmalar bu kaygıları körükledi. Ayrıca iç çatışmalardan kaynaklanan göçler, kabul eden ülkeler bakımından önemli sorunlar yaratıyor. Bütün bunlar güvenliği tehdit eden gelişmeler.
Soğuk Savaş sonrasında insan haklarının öneminin artmasının bir nedeni de "CNN faktörü" diyebileceğimiz iletişim araçlarındaki büyük teknolojik gelişme ve bunun doğurduğu saydamlık. Böylelikle, her türlü insan hakları ihlalleri odamıza girmekte, mesafe ne olursa olsun bu ihlallere ilişkin olarak bir uluslararası kamuoyu oluşmakta. Sivil toplum örgütlerinin etkinliklerinin artması da, uluslararası alanda bir "insan hakları hareketi"nin doğmasına yol açmış bulunuyor. Bütün bunların sonucunda, insan hakları uluslararası siyasette ön plana çıkmış ve devletler bakımından ihmal edilmesi güç bir önem kazanmıştır.
Soğuk Savaş sonrasında, bunun devletlerin bir iç sorunu olmadığı ilkesinin genel bir kabul görmesi de, insan haklarına gerçek bir uluslararası özellik kazandırdı; insan hakları adeta yeni bir uluslararası ideoloji niteliğini aldı. Günümüzde insan hakları diplomasisi, gerek uluslararası kuruluşlar çerçevesinde, çok taraflı diplomasinin bir parçası olarak, gerekse devletler arası ilişkilerin bir parçası olarak ikili düzeyde yürütülmekte. "BM İnsan Hakları Komisyonu" yanında AK ve AGİT gibi bölgesel kuruluşlar çok taraflı insan hakları diplomasinin yürütüldüğü forumlar.
Soğuk Savaş sonrasında devletlerin bir iç sorunu olmadığı ilkesinin genel bir kabul görmesi insan haklarına gerçek bir uluslararası özellik kazandırdı ve insan hakları adeta yeni bir uluslararası ideoloji niteliğini aldı. Günümüzde insan hakları diplomasisi gerek uluslararası kuruluşlar çerçevesinde, çok taraflı diplomasinin bir parçası olarak, gerekse devletler arasındaki ilişkilerin bir parçası olarak ikili düzeyde yürütülmekte.
Yarın: İnsan hakları, devletin çıkarı