Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunun 700. yıldönümünü kutluyoruz. bu yıl boyunca "Entellektüel Bakış" sayfasında, Osmanlı mirasının değerlendirilmesi üzerine bir dizi makale ve söyleşi yayımlayacağız. Bu diziye bugün ABD'nin en önde gelen üniversitelerinden biri olan Harvard Üniversitesi Koç Kürsüsü profesörü Cemal Kafadar'ın yorumu ile başlıyoruz. Cemal Kafadar'ın "Between Two Worlds: The Construction of the Ottoman State / İki Dünya Arasında: Osmanlı Devleti'nin İnşası" aşlıklı eseri, (California University Press, 1995) Osmanlı devletinin kuruluşu üzerine yeni bir yorumu içeriyor.
Cemal KAFADAR
Yediyüzüncü yıl şenlikleri bağlamında bütün yıl bunları dinleyeceğiz herhalde: Tarihimizle barışalım; ne övgü olsun, ne sövgü... Bu sözlere karşı olmak mümkün mü? İyiniyet güzel şey, ama içini doldurmazsak boş laf olmaktan öteye geçemeyecek sözler bunlar. İyiniyet ifadelerinde buluşmanın verdiği rehavet önce bilgilenme çabasından, sonra da gerekli tartışmalardan ve en önemlisi, tahlilci bir bakıştan uzaklaştırmamalı.
Tahlil, çözümleme, analiz... Günümüz Türkçesi'nin sözcükler süpermarketindeki uygun rafdan hangi sözcüğü seçerseniz seçin, bakışları geçmişe çevirmek isteyenlerin vazgeçemeyeceği unsurlardan biri. Ne inkarla bağdaşır, ne de böbürlenmeyle.
Çağdaş dünyanın hamuru yoğurulurken, çağın geçmişle ilişkisini mutlak bir kopma arayışı, ya da redd - i miras çerçevesinde çizmek isteyen tavırlar olmuştur, ama bunlara mürferit vakalar olarak bakabiliriz. Genelde çağdaş dünyanın tarih bilinci, geçmişin ve geleneğin inkarı üzerine kurulmadı. Geçmiş, bir yandan bir gözlem ve çözümleme nesnesi olarak yabancılaştırılırken ("mazi, yabancı bir ülkedir") bir yandan da kazanılan bu mesafe sayesinde sürekli yeniden yorumlanarak taze anlam katmanlarıyla zenginleştirildi.
"Biz ve geçmişimiz" arasındaki mesafeyi koruma çabası zaman zaman gerilimli, hatta tahripkar oldu elbette. Ama çağdaşlığın bir meselesi de geçmişin esiri olmadan onu kollamak ve ondan yararlanmak olduğundan, gerilim ile sahiplenme tavırlarının birbirini dengelemesi sözkonusu.
Osmanlı - Türk modernleşmesinin özelliklerinden biri, çağdaş olanla tarihi olan arasındaki gerilimi yüksek dozda tutmuş olması. İnkar ve topyekun - sahiplenme tavırları, diğer bazı modern toplumlara göre, çok daha etkili oldu.
Çağdaş olmak, "biz"e ait hissedilen geçmiş kültürün bazı yönlerini bilmemek, merak etmemek anlamına geldi birçokları için. Bu tavır zaman içinde evrilerek, bilgiyi ve merakı siyasileştirmekten öte kamplaştırdı: Arapça öğrenmek ya da bir hadis derlemesi okumak veya Söğüt şenliklerine gitmek isteği ancak "sağ, muhafazakar ve gerici" ideolojilerden kaynaklanır. Çağdaş insanın aklı kargacık burgacık eski yazıya ermez. Geçmişe duyulan yoğun ilgi şüphe çekicidir, hele İslam veya Osmanlı geçmişine yoğun ilgi çağdaşlıkla bağdaşmaz; böyleleri zanlıdır...
Modernleşme projesinde muhalif konumda olanlar ise (ki bu ille anti - modernizm demek değildir), geçmişi sorgu - sual, gerilim, mesafe tanımadan sahiplenme tavrını benimsemişlerdir. Bizim olan iyidir, güzeldir. Başkalarının olana benzemez. Bizim olanın ne olduğu konusunda fikirler farklı olabilir. İslam öncesi Türklüğü, İslami olanı "
has" kimliğimiz olarak vurgulayabiliriz. Ama sonuçta o has unsur üzerine toz konduran ya "hain"dir ya da "gafil". Milletini seven insan, tarihine mesafeli bakamaz. Gavurlara benzetmez, saygıda kusur etmez, dalga geçmez. Geçmişte ilgisizlik zan altındadır.
Bu yüksek gerilim hattı üzerinde yürümeye çalışmak, ayağımızı bağlıyor. Osmanlı - Türk çağdaşlaşma ("muasırlaşma") projesinin yeni bir yaratıcılık ve sofistikasyon düzlemine sıçraması için geçmişle ilişkisini yeniden gözden geçirmesi gerekiyor. Maziyi kucaklarken itmeye, iterken kucaklamaya hazır beklemesi, ona hem biz hem başkasıymış gibi, hem içerden hem mesafeli, hem sevecen hem afacan gözlerle bakmayı öğrenmesi gerekiyor. Geçmişin bıraktıkları - ki bu Türkiye için çoğunlukla Osmanlı mirası demek - üzerine eleştirellik ile empatiyi birleştiren bir perspektifin yapacağı yorumlar, tahliller, bugünümüzün kazandığı zenginliklerdir.
Tarihle hiç ilgilenmediğini sanan güneşperest bir yerli turist bile, diyelim karısının veya kocasının zoruyla, Bodrum Kalesi'ne çıktığında, "Düşün, burda neler olmuş neler?" gibi yavanlıklara teşne olmuyor mu? Çünkü o sorunun telaffuz edildiği anda o taş ve toprak yığını, en basit anlamında olsa dahi, bir hayatiyet kazanmıştır. Ve en ilgisiz insan bile küçücük bir hayatiyet emaresi gördüğünde geçmişle bir an olsun tanışma hevesi duyabilir.
Yani eski eserler, orada bir yerde duran şeyler değil, yaşayan şeylerdir (durmak kökanlamı itibariyle yaşamak demektir zaten). Yaşatmasını bilen kültürler için bu, keyifli olduğu kadar besleyicidir. Kastettiğimiz anlamında yaşatmak, muhafaza etmekten farklıdır. Gelenek yaşıyorsa değişmektedir zaten. Bu ayrıntısıyla, geçmişi bir şekilde günümüze taşıyıp duruyoruz zaten. Bunu daha büyük bir keyifle ve daha nitelikli yapmanın yolu, tarih bilincinden geçer elbet. İster bilinç deyin ister şuur, o, eleştirel olmak zorundadır, ama aynı zamanda bilgi ile dananmalıdır. Bilgi ise, merak ve ilgi gerektirir. Merak, eleştirelliğin soğukluğundansa gönlün ve hevesin sıcaklığından kaynaklanır. Çağdaşlığın tarih bilinci, bu denklemi fasid bir daire değil, sürekli açılan bir sarmal olarak değerlendirebildiği kadarıyla, yaratıcıdır.
Osmanlı'nın entellektüel cazibesi
"Osmanlı - Türk tarihi önemlidir, çünkü biz neler yapmışız, nereleri nice yıl elimizde tutmuşuz" argümanı ilkeldir ve Türkün Türke propagandasından ibarettir.
OSMANLI tarihçiliği, akademik ve entellektüel bir alan olarak önemli bir dönemden geçiyor. Başta büyük tarihçi Halil İnalcık olmak üzere birçok araştırmacının
yarım yüzyılı aşkın bir süredir yoğun ve düzeyli çalışmaları sonucu, dünya tarihçiliğinin gelişmiş addedilen alanları arasında daha bir kabul görür oldu; aynı zamanda, bir bilim dalı olarak tarihçiliğin evrensel söylemiyle ve sorunsallarıyla eklemleşiyor.
Özellikle Amerika'da, biraz da Avrupa'da, son yıllarda gerek İslam medeniyeti gerekse Osmanlı - Türk tarihinin akademik kurumlarda kendine açılan alanı genişletmesi bu düzeylileşme sayesinde oldu. Bu, dar anlamında akademik bir gelişme / genişleme olmaktan öte Batılı toplumların entellektüel dünyasında da göreli olarak hissedilmektedir. Ayrıca Balkanlar'da ve Arap dünyasında da kıpırdanmalar var. Bu bir yere kadar siyasi faktörlerle açıklanabilir. Ama ancak bir yere kadar. Entellektüel cazibe çok daha önemlidir.
Yani tarih, durduğu yerde ne zengindir ne fakir, ne büyüktür ne küçük. Tarihin hammaddesi olarak geçmişin olaylar manzumesi ve ana kaynakları ne kadar zengin olursa olsun (bu konuda İnalcık'tan öncesi ve sonrası arasında bir fark yok), bu hammadde ancak analitik bir tavırla işlendiğinde (ki burada I. O. ve sonrası dağlar kadar farklı) entellektüel açıdan ciddi ve itibarlı bir tarihçilik çıkar.
"Osmanlı - Türk tarihi önemlidir, çünkü biz neler yapmışız, nereleri nice yıl elimizde tutmuşuz" argümanı ilkel bir argümandır ve Türkün Türke propagandasından ibarettir. En önemli tarih, en iyi işlenmiş ve zihinlerde uyandırdığı entellektüel merak, haz ve heyecan sayesinde işlenmeyi sürdüren tarihten başka bir şey değildir çünkü.
Osmanlı tarihi, bir yere kadar akademik açıdan, ama bilhassa günümüz (yahut çağımız) Türk kültür hayatına yapabileceği katkılar açısından potansiyelinin çok altında değerlendirilen bir cevher gibi. Burada rol oynayan çok etken var, kolaycı açıklamalara kapılmamak gerekir.
Tamam, Osmanlı - Türk çağdaşlaşma öyküsünün bilhassa Cumhuriyet döneminde yaşadığı yüksek voltajlı gerilim var, harf ve kültür inkılabının getirdiği yabancılaşma ve donanımsızlık var. Öte yandan, Osmanlı tarihi çalışmaları, Batı modellerinin benimsendiği dönemlerin Osmanlı idaresinde, Cumhuriyet Türkiye'sindeki gibi bir gelişme, serpilme, ve kurumlaşma içine girmemiştir. Tarih eğitimi ve araştırmasına destek sağlayan kurumlar açısından, 1890'ların Berlin'i ile İstanbul'u arasındaki fark 1990'lardakinden çok daha fazladır.
Asıl Cumhuriyet döneminde Osmanlı tarihi çalışmaları kurumlaşmış ve temel eğitimin parçası haline getirilmiştir. Harf inkılabı konusuna gelince, "eski metinleri okuyamıyoruz" diye şikayet edenlerin kaçı Latin harfleriyle yayınlanmış Osmanlı metinlerini okumak için çaba göstermiştir? Hiç olmazsa, sağlam olduğu konusunda uzlaşılan sadeleştirmeleri, mesela rahmetli Orhan Şaik Gökyay'inkileri? Harf inkılabı yaşamamış toplumlarda, mesela Mısır'da, tarih çalışmaları ve tarih bilinci çok daha iyi bir durumda mıdır? Yanlış anlaşılmasın, harf inkılabının sonuçları elbette tartışılmalı; Türkiye'de kültürlü ve tarih meraklısı insanların eski metinlere çok daha dolaysız ulaşmasının imkanları - hem kurumlarda hem zihinlerde - alabildiğine açılmalı. Ancak şu da var, şikayet bazen tembellikleri örtmek için kullanılan bir mekanizma.