Prof. Dr. Vilenas Vadapalas, Litvanyalı bir yargıç. Tam 9 yıl Avrupa Adalet Divanı’nda yargıçlık yaptı. Microsoft davası gibi çok önemli yargı kararlarının altında imzası var. Ülkesinin AB’ye girme sürecindeki önemli isimlerden birisi. Prof. Vadapalas, şu anda Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde görev yapıyor...
Hukuk Dekanı Prof. Dr. Haluk Kabaalioğlu, dünyanın önemli hukukçularını ne yapıp edip öğrencileriyle buluşturuyor. Kimi İstanbul’un büyüsüne kapılıp kadrolu olarak geliyor kimi de konferanslar vermek üzere konuğumuz oluyor. Haluk Hoca, ay sonunda çok iddialı bir seçime giriyor. Avrupa Hukuk Fakülteleri Birliği’nin başkanlığına aday ve şansı çok yüksek!..
Prof. Kabaalioğlu ve Prof. Vadapalas ile dün uzunca bir öğle yemeği yedik. Vadapalas, bir yandan Türk yemeklerinin tadına bakarken, bir yandan da, çok güncel sorularımızı cevaplandırdı. Örneğin twitter ve YouTube kapatılır mı, Türkiye AB’ye girebilir mi, Ergenekon mağdurları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvururlarsa ne olur?..
İsterseniz gelin önce Avrupa Adalet Divanı ve Prof. Vadapalas’ın özgeçmişine bir göz atalım, sonra söylediklerine kulak verelim
Avrupa Adalet Divanı?
Avrupa Toplulukları
Ülkelerin zenginliklerini belirleyen pek çok kriter var. Belki de en fazla göz ardı edilen ama en itibarlı olanlardan birisi de müze sayısı... Yani bir kentteki ya da ülkedeki müze sayısı ne kadar çoksa, o kent ya da ülke, o kadar zengin sayılır.
Şimdi bu kriter çerçevesinde dünyanın önemli metropolleriyle İstanbul’u sonra da, dünya birinci ligindeki ülkelerle Türkiye’yi kıyaslayalım... Durumumuz hiç de iç açıcı değil. Diplerde sürünüyoruz. Tarihi miras da olmasa, geriye bir şey kalmıyor... Peki bu vahim durumun farkında mıyız? Evet demek mümkün değil. Daha uzun süre farkına varabileceğimiz konusunda de en ufak bir işaret gözükmüyor... İşte böylesi bir ortamda Sunay Akın gibi bir çılgın, özellikle çılgın diyorum, çünkü aklı başında hiç kimse, kendi kişisel birikimi ve çabalarıyla, dünyanın en saygın oyuncak müzelerinden birisini kuracağım diye yola çıkmaz ve bu konuda takdir beklemez!..
Kalktı önce babadan kalma köşkü bu işe tahsis etti, sonra da dur durak bilmeden çalışarak kazandığı tüm birikimini bu işe adadı. Çok sıradan girişimlerin baş tacı edildiği bir ülkede, başardığı bu olağan üstü proje, her ne kadar devlet büyüklerinin, hayırsever zenginlerin ve halkımızın
YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya, gelen talepler doğrultusunda üniversite sayısını ve kontenjanları, daha da artıracaklarını söylemiş.
Anlaşılan o ki, YÖK Başkanı’nın, boş kalan kontenjanlar ve işsizlik oranlarından hiç haberi yok.
Hele hele, tıp fakülteleri bile tıkış tıkış doldu, öğrenciler oturacak yer bulamıyor feryadını hiç duymamış.
Eğer öyle olmasa, bilim adamı kimliği ve YÖK Başkanı olarak hiç böyle konuşur muydu?
Türkiye’de her şey tersine gidiyor, hiç olmazsa, aklın, bilimin hakim olduğu üniversitelerde işler doğru yürüsün istiyoruz ama çok zor...
Daha çok üniversite, daha çok kontenjan, bakalım nereye kadar?
İşsizlik sıralamasında üniversite mezunlarının ilk sırada yer alması, hemen her yıl 150 bin kontenjanın boş olması, belli ki hiç kimsenin umurunda değil...
Gelecek öğretim yılı için kayıtlar çoktan başladı. Tıpkı otel ve havayolları gibi okullar da, artık çok ciddi erken kayıt avantajları sunuyor. Gidip görmekte yarar var çünkü kaçırılmayacak fırsatlar söz konusu, hele ki o okulu düşünüyorsanız...
İşte bu yüzden on binlerce aile, okula yeni başlayacak çocukları için daha şimdiden okul arayışı içinde. Kafaları karmakarışık. Hemen her gün bu konuda çok farklı sorularla karşılaşıyoruz. En çok sordukları da “Hangi okul daha iyi?”.
Soruların hepsi de hayati önem taşıyor. Çünkü çoğu daha ilk kez veli oluyor ve çocukları en iyi okullarda okusun istiyorlar...
Liselere ve üniversiteye girişin yolu belli. Özel öğretmen, dershane, giriş sınavları derken hemen herkes kendisine bir yön çiziyor. Peki, ama ilköğretim okulu seçerken neye dikkat edilecek?
Popüler okullara öğrenci alınırken, daha okuma yazma bile bilmeyen öğrencilerden ne istenecek? Fiyata mı bakılacak yoksa performansına mı? Velilerin kafasını karıştıran da zaten bu konular.
En zor durumda olanlar ise yükseköğrenimli çalışan anne-babalar.
Çocukları çok iyi okullarda okusun istiyorlar. Kazandıklarının tümünü bunun için harcamaya hazırlar. Peki, buna değer mi?
Türkiye’de kadın olmak zor hem de çok zor. Ama farklı ülkelerde de sanki durum farklı değil. En okumuş toplumlarda bile. Örneğin Avrupa’da kadına yönelik şiddetin dozu hiç de aşağı değil. Prof. Dr. Emre Kongar ve İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Koordinatörü Avukat Nazan Moroğlu ile birlikte, önceki gece, Genç Bakış’ta ‘kadın’ı konuştuk. Fatura çoğu zaman hep erkeklere çıktı ama bu konuda annelere de çok büyük görevler düştüğü özellikle vurgulandı. Çünkü, onlar da, özellikle kız çocukları üzerindeki erkek egemenliğinin en büyük destekçisi denildi.
İşte öğrencilerin yoğun katılımıyla Maltepe Üniversitesi’nde gerçekleşen programdan önemli satır başları:
Her yerde var!
Prof. Dr. Emre Kongar:
- Kadın sorununun kendisi bir görüntü, bütün bunların temelinde insan hakları meselesi var.
En uzun süre dirsek çürütüp de en az para kazanan kesim hangisi diye bir araştırma yapılsa muhtemelen ilk sırada öğretim üyeleri gelir.
Profesör oluncaya kadar canları çıkıyor. Ama aldıkları maaşlar, mezun ettikleri öğrencilerin yanında hep devede kulak kalıyor. Öğretmenler için de durum farklı değil. Onların maaşları da kesinlikle harcadıkları emeklerin karşılığı değil.
Daha önce de defalarca yazdık. Görünen o ki, daha uzun yıllar yazmaya devam edeceğiz: Bir ülkede öğretmenler mutlu değilse, çocuklar da mutlu değildir. Çocuklar mutlu değilse de anne-babaların mutlu olması mümkün değil!..
Yine aynı şekilde bilimde söz sahibi değilseniz, dünya birinci liginde oynamanız söz konusu bile olamaz. Bilimde yol kat edebilmeniz için de bilim insanlarınızın mutlu ve üretken olmaları gerekiyor... Şimdi bir durum tespiti yapalım, öğretmen ve öğretim elemanlarımız mutlular mı? Evet demek mümkün değil. Mesleklerini seviyorlar, akademik açıdan tatmin oluyorlar ama aynı şeyi aldıkları ücret ve yaşam koşulları açısından iddia etmek çok zor... Ülkenin dört bir yanına üniversiteler açılıyor. Görkemli kampüsler için yüz milyonlarca dolar harcanıyor. Donanımları için de yine yüz milyonlarca
Dünya Kadınlar Günü de olmasa, kadınları hatırlamayacağız.
Sadece onları mı?
Kimleri unutmuyoruz ki, çocukları, yetişkinleri, emeklileri, çalışanları, eğitimi, yargıyı, ekonomiyi, sanatı, kültürü, doğayı, hayvanları...
Sanki artık hiçbir şeyin kıymeti yok.
O an için önemli olan ne ise onunla yatıp onunla kalkıyoruz.
Oysa doğa da, insan da, olaylar da bileşik kaplar gibidir. Ünitelerden sadece birkaçının dolu olması yetmez, hepsinin belirli bir seviyenin üzerinde olması gerekir. Yoksa en dolu olan bile bir anda diğerlerini dengelemek için en dibe inebilir...
Bu gece Genç Bakış’ta, Türkiye’de kadın olmayı tartışacağız. Bu vesileyle sokak röportajlarında, erkeklere, bugünün Türkiye’sinde kadın olmak ister miydiniz sorusunu yönelttik.
Bazı meslekler var ki dibe vurmaması gerekir. Örneğin doktorluk, insan yaşamıyla direkt ilgilidir ve eğer sağlığınız yerinde değilse, gerisi teferruattır!..
Tıp fakültelerinin, özellikle de Türkiye’nin en iyisi diye bilinen Hacettepe’nin içler acısı halini birkaç gün önce dile getirmiştik. Meğerse diğerlerinin durumu da ondan farklı değilmiş.
Daha da vahimi Hacettepe’nin nasıl bu noktaya geldiğine ilişkin ayrıntılar...
Vahim durum
Hacettepe’nin şişirilmiş kontenjanları yetmiyor gibi bir de bakın nasıl bir durumla karşı karşıyalar:
“Diğer sıkıntımız ise Bozok ve Kastamonu Tıp Fakültelerinin de Hacettepe’de eğitimine devam etmesi. Altyapısı hazır olmadan açılan bu fakülteler, cami önüne bırakılan bebekler gibi Hacettepe’ye terk edilmiştir. Kastamonu Tıp Fakültesi’nin geçen sene mezun verdiğini, Bozok Tıp Fakültesi’nin ise beşinci sınıf öğrencilerinin Hacettepe Tıp’ta eğitim gördüğünü de söylemeden geçmek olmaz. Bizim bu fakültelerden olan arkadaşlarla ilgili bir sorunumuz yok, sonuçta onlar da bizimle aynı sorunları yaşıyorlar. Fakat bu fakültelerin de Hacettepe’nin şartlarını zorladığı bir gerçektir.”