Bir insan olarak ben kimim?

15 Ocak 2017

İnsan bir şey, bir nesne olsaydı, onun ne olduğunu sorar ve onu bir nesneyi tanımlar gibi tanımlayabilirdik. Oysa insan doğada var olan bir şey ya da endüstriyel bir ürün olmadığından onun ne olduğundan bahsedemeyiz. Doğru soru, onun kim olduğudur.

Buna rağmen birçok insan kendinin kim olduğu sorusuna ne olduğuyla yanıt veriyor. İşçiyim diyor, doktorum, mühendisim, mimarım. Aslında ne olduğunu söylerken toplumsal işlevinin ne olduğundan bahsetmiş oluyor ve bu onun aslında kim olduğunu hiçbir şekilde anlatmıyor.

İnsan bir nesne değil bir canlıdır ve sürekli bir gelişim süreci içindedir. Hayatının herhangi bir noktasında, gelecekte olabileceği ve olasılıkla olacağı kişi değildir.

İnsanın kim olduğunu söylemek bu anlamda kolay olmasa da, hiçbir şey söylenemez de değildir.

En azından şu söylenebilir; insan düşünebilme yetisi sayesinde gereksinimlerini doyurabilen canlı olmanın ötesinde bir varlıktır. Düşünmek insan için, hayvanda olduğu gibi yalnızca istediğini elde etmekte kullandığı bir araç değil, aynı zamanda kendisinin ve çevresinin varoluş gerçeğini kavramasına yarayan zihinsel bir eylemdir. Yani insan yalnızca zekaya değil, akla da sahiptir. Aklın en önemli işlevi de hakikati

Yazının Devamı

Hep bir şeyler eksik

1 Ocak 2017

Düzenin dişlilerinin tıkır tıkır işlemesi için gereken en önemli etken sizin kendinizi yetersiz hissetmeniz. Tüketimin garantisi sizin mutsuz olmanız.

Önce size sürekli mutlu olmanız gerektiği öğretildi. Bu tartışılmaz bir gerçeklik ve gereklilik olarak kafalarınıza iyice sokuldu. Mutlu değilseniz başarısızsınız. Olumsuz duygular hemen bertaraf edilmeli, hatta hiç var olmamalı. Strese girmemelisiniz, sinirlenmemelisiniz, uzun uzun üzülmemelisiniz, sevdiğiniz birini kaybettiğinizde bile kısa sürede tekrar mutlu olmayı başarmalı ve hiçbir şey olmamış gibi davranabilmelisiniz. Hele mutsuz olmanız kesinlikle kabul edilebilir bir durum değil. Mutsuzluğunuzdan siz sorumlusunuz ve mutsuzsanız, başarısızsınız, yetersizsiniz, işe yaramaz, sevilmeye layık olmayan değersiz bir fazlalıksınız.

Artık mutlu olmanız gerektiği iyice kafanıza yerleşti sanırım. Ve neden mutsuz olmamanız gerektiği. Toplum sizi bir safra gibi kusar zira.

Hepiniz mutlusunuz

Peki nasıl mutlu olacağınızı biliyor musunuz? İyi de siz neden düşünüyorsunuz ki? Düzen sizin yerinize bunu halleder, halletti de zaten. Mutlu insan tablosunu birçok reklam sahnesinde gördünüz sanırım, atladıysanız ben anımsatayım: Açık bir gökyüzü

Yazının Devamı

Hayat bir tereddütten ibarettir

25 Aralık 2016

Tereddüt insan ruhunun zayıflığını ve kırılganlığını anlatan ne kadar güzel bir sözcük. Bu yazıya oturduğumda bir arkadaşım bu ilk cümle için, “Tereddüt akılla ilgilidir, ruhla değil” dedi. Tereddüdün TDK sözlüğündeki karşılığı kararsızlık, duraksama. Kararsızlık aklın bize bir oyunu, evet ama tereddüt kelimesi, benim hissiyatım, tedirginlik, endişe gibi duyguları da içeriyor.

Yeşim Ustaoğlu’nun “Tereddüt” filminden bahsetmek istiyorum. Her gün film izleyen biri değilim ama benim son zamanlarda izlediğim en iyi film “Tereddüt”. Sahneler arasındaki geçişler çok çarpıcı. Karadeniz insan ruhunun aynası olmuş Ustaoğlu’nun kamerasında. Filmin kahramanlarının ruhsal karmaşası derinleştikçe ve çözüme yaklaşıldıkça deniz daha da hırçınlaşıyor. Filmde görülen en yüksek dalgalar, psikiyatr Dr. Şehnaz’ın boyunu aşıp üstüne geldiği sırada, onun coşkuyla ve cesurca kollarını iki yana açarak dalgaları karşılaması çok etkileyici örneğin.

Yollar kesişirken...

Konu kısaca şöyle: Narsist denebilecek kadar kendiyle ilgili kentsoylu bir mimar olan Cem’le evli Dr. Şehnaz, büyük ihtimalle psikiyatri ihtisasını bitirdikten sonra mecburi hizmetini yapmak için Karasu Devlet Hastanesi’nde çalışmaktadır. O

Yazının Devamı

Haz ve bağlanma

18 Aralık 2016

Yirminci yüzyılın başında Freud’un nörozun kökenini açıklama biçimi gerçek bir devrimci hareketti. Tutucu, ortodoks bir Hristiyan-Yahudi kültürü içinde, özellikle kadının sıkışmışlığının nedenlerini çok iyi anlıyor ve anlatıyordu psikanaliz. Travmayı ve hazzı, daha doğrusu sağlıklı olarak yaşanamayan cinsel hazzı odak noktasına alarak yapılan açıklamalar Viyana tıp çevrelerinin buz kesmesine neden olmuş, Freud’un iddiaları başlangıçta tam bir sessizlikle karşılanmıştı. Kapalı kapılar ardında ise onu ahlaksızlıkla suçluyorlardı. Evet ahlaksızlıkla ve ihanetle hatta.

Çünkü nörozun oluşumunu cinselliğin sağlıklı yaşanmıyor, baskılanıyor olmasına bağlıyordu Freud. Yani temel ruhsal ve duygusal gereksinimlerimizin en başına cinsel hazzı koyuyordu. Abarttığı nokta, yalnızca cinsel haz demesiydi, bu da tepkilerin çok olmasına neden oldu.

Bu yazının konusu olmayan cinsel tacize bağlı travma meselesini çok az vurgulayarak geçmek istiyorum. Önemsiz olduğu için değil, bugün başka bir konuya odaklandığım için.

İddiasından vazgeçti

Freud kadındaki histeriyi çocuklukta yaşanmış aile içi cinsel tacize bağlıyordu başlangıçta. Bunu da üniversitede verdiği konferanslarda böyle anlattı. Ama o kadar çok

Yazının Devamı

Ölüm ve hayat üzerine!

11 Aralık 2016

Bilgi Üniversitesi “The School of Life” programında her ay düzenli olarak bibliyoterapi atölyesi yapıyorum. Başka konularda da atölye çalışmalarım oluyor orada. Geçen ayki konu Filiz Aygündüz’ün “Prens Prensesi Sevmedi” adlı kitabıydı. Konu kadın erkek ilişkisi olduğu için sanırım, katılım çok iyiydi. Bu ayki atölye konusunu Lev Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü” olarak belirledim. Yalnızca bir başvuru oldu. Şaka gibi. Bunun üzerine TSOL’ın yöneticisi Elvan Omay’la konuştuk, Paul Coelho’nun “Aldatmak” adlı romanını gelecek ayın konusu olarak belirledik. Eminim yine katılım çok olacak. Ne düşüneceğimi bilemiyorum.

Oysa Tolstoy’un kitabı üzerinden ölümü ve dolayısıyla hayatın kendisini, neden yaşadığımızı, nasıl yaşamamız gerektiğini konuşacaktık.

Çalışamaz duruma gelmişti

Bu konularda en çok düşünen yazarlardan biri de Tolstoy’dur. Kırklı yaşlarının ortasına kadar ölüm düşüncesi yazarı çok fazla meşgul etmiş, hatta oldukça korkutmuştu. Hayatındaki ölümler onun kendi ölümü üzerine düşünmesine yol açmış, hayatını nasıl yaşadığını sorgulamaya başlamış ve bu da deyim yerindeyse dehşete kapılmasına yol açmıştı. Ölüm o kadar meşgul etmişti ki Tolstoy’u, gecelerce uykusuz kalmış, çalışamaz,

Yazının Devamı

Erkeğin erk hırsı...

4 Aralık 2016

Dünyada ne kötülük varsa erkek yüzünden oluyor, bunu bir kere baştan belirtelim ve öyle konuşalım.

Oysa oldukça kısa süre öncesine kadar önemli düşünürler kadını neredeyse ikinci sınıf görüyorlardı. Örneğin Freud 1930’larda yayımladığı “Uygarlığın Huzursuzluğu” adlı eserinde, kadının bağlanma arzusunu kültürel alanlara kaydıramaması nedeniyle, erkeğin uygarlığın gelişimi için harcaması gereken enerjisinin emildiğini iddia ediyordu.

Schopenhauer kadının empati yeteneği sayesinde hakkaniyet ve insan sevgisi bakımından çok gelişmiş olduğunu ama akıl ve öngörülü düşünme konusunda hiçbir yeteneklerinin olmadığını ve bu nedenle de onları yargıçlık gibi mesleklerde düşünmenin gülünç olduğunu yazabiliyordu.

Oysa günümüzde kadın devlet başkanlığı, bakanlık, idarecilik ve akla gelebilecek her türlü akılla yapılacak işi erkekten çok daha iyi yapabilir ve yapar durumda. Erkekler yarım yüzyıl önce C.G. Jung’un uyarısını dinlemeliydiler: “Erkekler kadın tarafından çantalarının derinliklerinde bir yerlerde unutulma tehlikesinden kurtulmak, umutsuzca ve çocukça, dili bir karış dışarıda kadının peşinden koşmamak için, bir parça kadınsılık geliştirmeyi, yani ruhsallığı ve erotik görünebilmeyi

Yazının Devamı

Ah o eski güzel günler!

27 Kasım 2016

Cem Erciyes geçen hafta Duvar’daki köşesinde nostalji üzerine yazmış. Yazısında, 80’lerdeki birinci nostalji dalgasından sonra yeni bir nostalji dalgasının ülkeye hakim olmaya başladığını anlatıyor. Erciyes bu yazısında, insanların bugünkü mutsuzluklarıyla başa çıkmak için eskinin iyi yanlarını anımsayarak avunduklarından bahsediyor. “İnsanın kötüyü değil de iyi anıları yaşatmaya meyilli hafızası”nın modernizmin doğurduğu endişeyle başa çıkma aracına dönüştüğünden bahsediyor. “Galiba” diyor, “yine epey mutsuzuz.” 80’lerden farkı ise “Umudun, geleceğe inancın artık o kadar da güçlü bir duygu olmaması…” Erciyes’e göre.

Eğer bu doğruysa çok fena. Yani umudumuz bu kadar tükendiyse. Ben 80’lerdeki umudu o dönem söz alanların çoğunlukla solcu olmasına bağlıyorum. Sol umut demektir çünkü, ne zaman ve nerede olursa olsun.

Ben nostaljiye psikolojik açıdan bakmak istiyorum. Bugün nostalji, geçmişte kalan nesne ya da yaşantılara özlem dolu bir yönelme anlamına gelmektedir. Bu özlem kendi yaşadıklarımıza da, başkalarının yaşantılarına da olabilir. Kendimizi güvende hissetmediğimiz zamanlarda eski güzel günleri anarız. Artık var olmayan alternatiflerin idealleştirilerek bilinçdışı bir

Yazının Devamı

Arnavutköy’de bir öğleden sonra

20 Kasım 2016

Bugün bir plazadaydım. Yalnızca bir saat için. Bir konuda benden bir konuşma yapmamı istemişlerdi ve ben de gidip konuştum. Sanırım bunun için bana para da verecekler. Hayat çok garip. Ofisimde insanları dinlediğim için de para veriyorlar bana. Dışarıda da konuştuğum için. Plazalara girişte kimlik bırakılıyor. Eğer bir kimlik sahibi değilseniz içeri giremezsiniz. Aslında enteresan bir toplumsal onay mekanizması. Sen insansın buyur gir diyor kapıdaki görevli. Sevinmeliyiz sanırım buna. Beni karşılayan insan kaynakları insanı doğrudan konferans salonuna mı gitmek istediğimi, yoksa öncesinde kahve içmek isteyip istemediğimi sordu. Kahve içmek daha cazip geldiği için asansörle kafe / yemekhaneye indik. Bir kağıt bardakta kahvelerimizi alıp sohbet etmeye koyulduk. Plaza sohbeti bir başka oluyor. Plazaların insanın ruhunu nasıl kararttığını konuşuyorsunuz böyle bir durumda. Yöneticilerin nasıl baskıcı, insan ilişkilerinin nasıl yapay, çalışma saatlerinin ne kadar uzun, ücretlerin ne kadar düşük olduğunu, hiç kimsenin işinin garanti olmadığını filan.

Nezaket insan ilişkilerinde en gerekli tutum. Son zamanlarda kendimi çeşitli nedenlerden iyi hissetmediğim için ben nezaketi biraz elden

Yazının Devamı