Terapi divanındaki erkek

11 Eylül 2016

Geçen hafta, en büyük zevklerimden biri olan haftalık yayın organı Zeit gazetesini karıştırırken “Terapiden Geçen Erkekler” başlıklı hoş bir makaleye rastladım. Erkeklerin neden daha çok terapiye gitmeye başladıklarını sorgulayan güzel bir yazıydı.

Benim İstanbul’daki gözlemim de aynı yönde. Erkekler aslında kendilerinin çözemeyeceği bir sorunları olduğunu düşünmüyorlar ama eşleri çok ısrar etmiş oluyor, onlar da eşlerini kıramıyorlar. Kimisi doğrudan boşanmayla tehdit ediliyor. Zaten önemli bir kısmı eşleriyle birlikte çift terapisine geliyor ve aslında sorunlarını başka bir insanın önünde konuşmaya pek de istekli değiller. Ne yani onların çözemediği sorunu başka biri mi çözecek?

Erkek şikayetleri

Büyük bir kısmı sorunlarının ruhsal olduğunu elbette kabul etmiyor. Ünlü bir gazetecimiz psikolojiye inanmadığını, yine de bir şey danışmak istediğini söylemişti. Terapiyi en zor kabullenenlerin, “Neden buradasınız?” soruma verdikleri yanıt, “Sizinle tanışmak, biraz sohbet etmek istedim” oluyor. Ama çoğunluğu, belli bir süre terapiye geldikten sonra yargılanmadıklarını, suçlanmadıklarını, oldukları gibi kabul edildiklerini ve zamanla önce biraz rahatlayıp ardından yarar gördüklerini fark

Yazının Devamı

Kültür, uygarlık, ayrıntı

4 Eylül 2016

İsviçre’ye 1997 yılında çalışmaya gittikten aylar sonra ülkenin başbakanının, cumhurbaşkanının, parlamento başkanının adlarını bilmediğimi fark ettim. Çalıştığım poliklinikteki Alman ve birçok İsviçreli meslektaşımın da bilmediğinin ayırdına vardım şaşkınlıkla. Ve bunun ne kadar büyük bir ruhsal ferahlık verdiğini hissettim.

Facebook’ta yapılan bazı paylaşımlar sırasında ülkenin ahvalinin böyle olması sebebiyle durmadan politika düşünüp, politika konuşup, politik mesajlar içeren metinler paylaşmamız zorunluymuş havası estiriliyor. Bir de sanırım belli insanlara bu misyon fazlasıyla yüklenmeye çalışılıyor, ki bu “belli insanlar”dan biri de sanırım benim. Oysa benim entelektüel gündemim o kadar başka konularla ilgili ki. Ülkenin politik gündeminin beni insan olarak ilgilendirmediğini değil, entelektüel gündemimin bambaşka olduğunu söylemeye çalışıyorum.

Karizmatik, gür sesli bir kişilik

Geçen haftaki yazımdan da, daha önce yazdığım yazılardan da anlaşılacaktır, insan ruhunun karanlık dehlizleri, edebiyat, kültür beni çok daha fazla ilgilendiriyor ve bu konularda derinleşmenin ve ülke insanının düşünce gündeminde naçizane bir gedik açabileceksem bunun, o ya da bu politikacıyı övmek ve

Yazının Devamı

Bibliyoterapi

28 Ağustos 2016

Bibliyoterapinin geçmişi Antik Yunan’a kadar uzanır. Melankolik ruhları temizlemek için aşk şiirleri okuturlardı onlara. Okumanın iyileştirici etkisi olduğuna inanılırdı. Ben de inanıyorum. 12 yaşımdan beri her vesileyle kitaplara sarıldım ve hiçbir zararını görmedim. Gecenin bir vakti, tuvalete gitmek için kalkmış olan annem odamın ışığını açık görür, usulca kapıyı aralar ve uykulu bir sesle, “Yat oğlum artık, gözlerin bozulacak” derdi. Gözlerim bozulmadı. Ama “İskenderiye Dörtlüsü”nü başucu kitabı yapıp defalarca okuduktan sonra, uzun süre Justine gibi bir kadın aradım durdum âşık olmak için. Ya da âşık olduğum kadınlarda Justine’i aradım.

Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı hayatımda ilk defa okuduğum anları hâlâ anımsıyorum. Duyduğum o hazzı, yaşadığım ruhsal ve mental aydınlanmayı... Kadının ruhunu acemice, el yordamıyla kendi başıma tanımaya çalışmadan önce Tezer Özlü, Sevgi Soysal, Tomris Uyar ve Sappho’da tanıdım. Aşkı, mutsuzluğu, hüznü kitaplardan öğrendim. Hayatı, insanı, ilişkileri anlama ve tedavi etme iddiasındaki psikoloji, edebiyat olmadan eksik kalır.

İyileştirici bir güç

Bibliyoterapinin sistematik olarak hastaların tedavisinde kullanılması 19. yüzyılda Amerika’da

Yazının Devamı

Orhan Pamuk’u sevmemek

21 Ağustos 2016

Uzun bir aradan sonra “Masumiyet Müzesi”ni yayımlamıştı Orhan Pamuk. Yıl 2008. Tuğla gibi bir kitap. Çok sevinmiştim. En azından bir haftam, gecelerim Orhan Pamuk’un her kitabında kurduğu, o kitaba özgü büyülü dünyada geçecek ve ben o sıralar sıkılmaya başladığım hayatımdan bir mola alabilecektim. Öyle de oldu. Basel’deki hayatımın çok önemli bir parçası olan sevgili dostum Ali Çivi ile de karşılıklı coşkuyla paylaşarak daha da güzelleşen bir okuma olmuştu benim için “Masumiyet Müzesi”.

O günlerde Basel’deki okumuş Türklerden biri beyin tümörleri üzerine olan ve başarıyla tamamladığı bir projeyi kutlamak için üniversitedeki bölümde bir kokteyl veriyordu. Okumuş yazmış Türklerin çağrıldığı bir davetti bu. Elimizde şarap kadehlerimiz oradan buradan sohbet ederken söz Orhan Pamuk’un yeni kitabına geldi. Türkiye’deki edebiyat dünyasının önemli bir kısmı Orhan Pamuk’un dilbilgisi yanlışlarının peşine düşmüş, onun Türkçe bilmediğini, hatta bazı kitaplarının intihal olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. 30 yaşlarının başında olduğunu tahmin ettiğim bir biyoloji doktoru kadın da kitabı okumaya başladığını ama bitiremediğini söyledi. Orhan Pamuk’un kitaplarını bitirememek de ayrı prim yapıyordu.

Yazının Devamı

Ölümün kıyısında hayat

14 Ağustos 2016

Yıl 1886. Kont Lev Nikolayeviç Tolstoy’un beş yaşındaki oğlu Aleksis öldü. Günümüze kıyasla çocuk ölümleri daha sık görülüyor olsa bile bu bir evlat ölümüydü ve hayatı sorgulamamak mümkün değildi. Tolstoy da aynı yıl “İvan İlyiç’in Ölümü” adlı kısa ama dev eserini kaleme aldı.

O yıl Amerikalılar Coca-Cola’nın formülünü geliştirmişler ve tatlı bir gazozun içine biraz koka ekleyerek dünyayı başka bir pencereden görmeye ve değiştirmeye hazırlanıyorlardı. Kokain henüz bir uyuşturucu olarak görülmüyordu. Birkaç yıl sonra Viyana’da Dr. Sigmund Freud depresyonunu ve çekingenliğini kokainle bastırmaya çalışacaktı. İngiliz yazar Stevenson ise “Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ın Tuhaf Hikayesi”ni yayımlamış, insanın içinde gizli kalmış kötülüğün ortaya çıkmak için neler yapabileceğini anlatıyordu.

Birkaç yıl önce Rus çarına suikast düzenlenmişti. Abdülhamit korku içinde eski sadrazamı Mithat Paşa’yı boğdurmuş, İngilizler Mısır’ı işgal etmiş, Burma, şaka gibi, Kraliçe Viktorya’ya doğum günü armağanı olarak verilmişti. Günümüzden hiçbir farkı olmayan bir çılgınlık çağı yaşanıyordu. Belki de insanın en büyük laneti aklıydı. Kendisine fazla gelen ve nasıl kullanacağını bilmediği aklı.

Bu arada Karl Marks

Yazının Devamı

“Alice Harikalar Diyarında” sendromu

7 Ağustos 2016

Bazı insanlar kendilerini, çevrelerindeki insanları olduklarından büyük veya küçük, değişmiş olarak algılıyorlardı. Bu hayatın akışını bozan bir algı bozukluğu demekti. Buna Alice Harikalar Diyarında sendromu adı verildi

Kraliçe: “Nereden geliyorsun ve nereye gitmek istiyorsun?”

Alice: “Ah! Ben kendi yolumu arıyorum.”

Kraliçe: “Kendi yolun mu? Buradaki bütün yollar benimdir!”

Bugün size hepimizin iyi bildiğini tahmin ettiğim bir hikayeyi özetlemek ve hikayenin adının verildiği bir psikiyatrik hastalıktan bahsetmek istiyorum. “Alice Harikalar Diyarında” İngiliz yazar Lewis Caroll’ın 1865 yılında yazmış olduğu bir çocuk kitabı. Yalnızca çocukların değil, yetişkinlerin de mutlaka okuması gereken 100 kitap arasında sayılıyor edebiyat otoriteleri tarafından.

Birçok kez sahneye ve filme uyarlandı. En güzellerinden biri Tim Burton’ın 2010 yılında çekmiş olduğu versiyon. Tom Waits “Alice” adında bir albüm yaptı -ki ben bu yazıyı yazarken o albümü dinliyorum. Çocukluğumda “Tom Sawyer”le birlikte her yaz en az bir kez okuduğum bir kitaptı. Geçenlerde arabayla işe giderken haber kanallarından uzak durabilmek için Açık Radyo’yu dinliyordum. Radyoda 150. yılı vesilesiyle kitap hakkında

Yazının Devamı

İnsanlık tarihi ve thanatos

31 Temmuz 2016

Şiddetin bu kadar yoğun bir şekilde hayatımızın içine girdiği, hatta şiddetin “Zeitgeist” olarak tanımlanabileceği zamanlardan geçiyoruz. Peki insan hep böyle miydi? Hep birbirimizi kesmek, yok etmek üzerine kurulu bir insanlık düzeni mi vardı? Eğer öyle değilse, şiddetin başat özellik olmasına ne ya da kim neden oldu?

Antropolojik bir okuma yaptığımızda Homo sapiens’in hep böyle şiddet odaklı yaşamamış olabileceği olasılığıyla karşılaşıyoruz. İnsanlık tarihini Mısır ve Sümerlerle başlatmayıp daha geriye gittiğimizde başka bir resim çıkıyor ortaya. Bir kere 150 bin yılın son 6-7 bin yılı hariç esas olarak avcı toplayıcı kabileler halinde yaşamış atalarımız. Avcı ve toplayıcılık yaparak yaşamını sürdüren bu 20-30 kişilik gruplar yiyeceğe kolayca ulaşabilecekleri verimli toprakları arayıp bulmuşlar hep. Avcı toplayıcı diyoruz ama yediklerinin büyük bir bölümünü kolayca ulaşabilecekleri sebze ve meyveler oluşturuyordu. Yiyeceklerinin yüzde 20’sini ise tesadüfen buldukları ya da avladıkları hayvanlar oluşturuyordu.

Romantik bir tablo

Yiyeceğe ulaşmak ve karınlarını doyurmak dışında iş diye tanımlayabileceğimiz bir uğraşları olmadığından da mesaileri haftada 12-16 saat kadar tutuyordu

Yazının Devamı

Ötekinden korkmak

24 Temmuz 2016

Bireyselliğin yeteri kadar gelişmediği toplumlarda öteki çok daha tehlikelidir. Çünkü kendilik gelişimi zayıfsa, farklı olan öteki, bireyin kendisiyle ilgili gerçeklik ve haklılık algısını daha fazla tehdit eder

Annemin epilepsisi vardı. Halk arasında sara olarak bilinen bu hastalık, nöbet geldiğinde kişinin daha sonra çoğunlukla utanacağı bir durum yaşamasına neden olur. Annem 15-20 saniye kadar bilincini yitirdiği ve yere düştüğü nöbetler geçirirdi. Nöbetlerin nerede ve ne zaman geleceği belli olmazdı tabii. Onu pazarda alışveriş yaparken de yakalayabilirdi, arkadaşlarıyla tatlı tatlı sohbet ederken de. Çok utanırdı annem, sanki bu bir hastalık değil de kendisinin bir kabahati, kusuruydu. En yakınları dışında kimsenin bu hastalığını bilmesini istemezdi.

Annemin bu düşünüş biçimine, tıpta “selfstigamatizasyon” denir. Yani kişinin kendi kendini damgalaması, dışlaması, ötekileştirmesi. Eğer hastalığını bilirlerse ona hak ettiği değeri vermeyecekler gibi hissederdi bilinçdışı bir şekilde ama “Neden bilsinler oğlum, ne gerek var?” diye bir açıklama yapardı bana ve kendisine.

Tahammülümüz yok

Bazı hastalıklar toplumun onlara yükledikleri anlam nedeniyle, o hastalığı olan kişilerin alnına

Yazının Devamı