Gönül istiyor tabii söyleyelim ve olsun: “İstanbul dünyanın en güvenli metropollerinden biri” diyelim mesela ve öyle olsun artık.
İstanbul Valisi Vasip Şahin demiş, kendisine nezaket ziyaretinde bulunan Anadolu Ajansı İstanbul Haberleri Editörü Hüseyin Altınalan’a söylemiş. İstanbul’un büyük kentlerle kıyaslandığında güvenlik açısından iyi bir noktada bulunduğunu vurgulamış. Asayiş olaylarının azaldığını belirtmiş, “Gerçekten çok güvenli” diye de ikna edici şekilde tekrar etmiş.
Canı gönülden inanmak istiyoruz. Kim istemez?
Hadi bir kadın olarak sokağa çıktığında başına gelebilecekler listesinin en hafifinden çeneye tekme yemekle başlayıp tecavüze uğrayarak öldürülmeye kadar yolu olduğunu unutalım. The Economist Intelligence Unit’in yaptığı Dünyanın En Güvenli Şehirleri Endeksi - 2015 araştırmasının İstanbul’u 50 büyük şehir arasında 41’inci sıraya koymasını da hesaba katmayalım, hava kirliliği, iklim değişikliği gibi konulardaki araştırma sonuçlarını da ciddiye almıyoruz neticede. Ve İstanbul’un dünyanın en güvenli metropollerinden biri olduğuna ikna olalım.
Ama Sayın Vali de eklemiş ya sonra, “Bölgemizden (Ortadoğu) kaynaklı terör tehdidi dışında” diye, onu nasıl ‘dışında’
FUAYE NOTLARI
Ezeli ve ebedi bir hikâye: Bir kadın ve bir erkek. Evlenmişler, ‘yürütememişler’ ve boşanmışlar. Aradan geçmiş bir sene. Dışarıdan bakınca çok mutlu ve ‘kendileriyle barışık’lar, evet klişe tabirle ‘ayrılık onlara yaramış’. İçeride ise yalnızlık kol geziyor.
Günlerden bir gün, adam kadını arıyor, öylesine, ‘sesini duymak’ için. Kadın üstünde pijaması, elektrik süpürgesiyle evi temizlemekte. Ama o çok tanıdık numaralara kalkışıyor; “Pardon sesinizi alamadım” ve “Ben de tam çıkıyordum” dahil.
Daha teknolojinin yeni zamanları olduğundan herhalde, adamın elinde cep telefonuyla kapıda olabileceğini hesap etmiyor ve iki eski karı koca karşılıklı sabah kahvesi içerken buluyorlar kendilerini.
Alışkanlıklar hep bir sene önce bıraktıkları yerde. Başka bir karşı cins ihtimalinden bile huylanmalar, “Sen şöyleydin, ben böyleydim” çekişmeleri derken bir acı tatlı muhasebe başlıyor.
Behiç Ak’ın yazdığı “Ayrılık” adlı oyunu ilk kez İstanbul Şehir Tiyatroları’nda Taner Barlas sahnelemiş, karı kocayı da Engin Alkan ile Aslı İçözü gibi iki müthiş oyuncu oynamıştı. Yıllardan 1996, hayat da başka türlüydü elbette.
Bugün olsa o erkekle o kadın birbirinin attığı adımı Instagram’dan, ilişki
Reklamcıların sık kullandığı bir iddia vardır; “Sen bir ürün satmazsın, bir hayal satarsın”. Potansiyel alıcına, o ürünü kullandığında yaşayacağı hissi satarsın. Ne bileyim, yoksa neden deodorant reklamında kadınlar bir adamın üzerine çullansın? Ya da bir fincan sabah kahvesi veya derin dondurucundaki bir kase çilek sana güzel komşunla flört imkanı sunsun? Bunlar hep keyifli bir hayat vaatleri... Tabii farkındaysanız erkeklere.
Peki çok merak ediyorum, temizlik ürünlerine çekilen reklamlarda kime hangi hayal satılmakta?
Biz kadınlar olarak dilimizde tüy bitene kadar söylemekten bıktık, reklamcılar bir türlü elektrik süpürgelerini, çamaşır makinelerini, bulaşık süngerlerini kadınların özel eşyası hatta vazgeçemedikleri hobisi gibi görmekten ve göstermekten bıkmadılar.
O bulaşık deterjanına bakarken gözü parlayan kadınların bir tanesine rastladılar mı gerçek hayatta, merak ediyorum. Ya da son numaralardan, şu sıralar ekranlarımızı şenlendirmekte olan döner başlıklı temizlik seti reklamındaki kadın hangi hayal gücünün ürünüdür?
Önce özetleyelim: Reklamın başında, ev hayatının olmazsa olmazlarından bir adet sarsak koca var, elinde birtakım yiyeceklerle salona giriyor. Tabii ki çok
İlk online dizimiz ‘Masum’, Blu TV’ye gümbür gümbür geldi. Zaten Berkun Oya yazdı, Seren Yüce yönetti deyince baştan kredi ve tabii beklenti de yüksekti. Üzerine Haluk Bilginer, Ali Atay, Okan Yalabık, Nur Sürer, Serkan Keskin, Tülin Özen, Bartu Küçükçağlayan başta olmak üzere nefes kesen bir oyuncu kadrosu eklenince tam oldu.
Nitekim ilk iki bölümüyle yanıltmadı da. Aynı anda fasulye ayıklayıp mutfağa gidip çay demlediğiniz, geldiğinizde esas oğlanla kızın hâlâ bakıştığı 140 dakikalık yerli dizi izleme alışkanlıklarınızı unutun. 60 dakika nasıl geçti anlamayacak, sürekli yeni bir manevrayla şaşıracak, merak edecek, gerileceksiniz. Hani şu oturup beş bölümü peşpeşe izleyip uykusuz kaldığınız Netflix, HBO dizilerinde olduğu gibi.
Berkun Oya senaryoyu yıllar önce yazıp sahnelediği ‘Bayrak’ oyunundan uyarlamış. Cinayet masasında görevli polis Yusuf (Ali Atay) çocukluğunun geçtiği sahil kasabasına gider, ölen arkadaşı Taner (Serkan Keskin)’in kardeşi Tarık (Okan Yalabık) ile karşılaşır ve birkaç gün kalmak üzere onların evine gider. Evde anne Nur Sürer, baba Haluk Bilginer hayatta kalan oğullarıyla görünüşte sakin bir hayat sürmektedir. Ancak hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Ailenin
Sütunlarda yeri gittikçe küçüldüğü ya da rutine bağlandığı için gözlerden kaçan haberler var, hava kirliliğine dair çevre raporları. Sürekli farklı şehirler için tehlike çanlarının çaldığını, kırmızı alarmların yanıp söndüğünü bildiriyorlar. İstanbul başı çekiyor. Aslında rapora da gerek yok, kapıdan dışarı adım attığımızda genzimizi yakan havadan da biliyoruz, ansızın çöküp saatlerce kalan sislerden de...
“Paris’te de hava kirliliği varmış” bir teselli değil maalesef. Orada değil burada nefes almaya çalışıyoruz biz. Ve hepimizin okul çağında ders kitaplarından öğrendiğimiz üzere, dünyanın akciğerleri ormanlar, ağaçlar. Hani şu kese yaka bitiremediklerimiz var ya, onlar.
Dün iki adet haber vardı medyada. Biri Habertürk’ten. Belgrad Ormanı’na yolu düşenlerin ağaçlarda gördüğü kırmızı çarpı işaretleri tedirginlik yaratmaya başlamıştı. “Neler oluyor?” diye soranların bir tahmini de vardı elbette: Oradan geçecek Haliç-Kemerburgaz Dekovil Hattı için ağaçların kesileceği.
Derhal change.org’da imza kampanyası başlatıldı ve henüz ihalesi bile yapılmamış proje için çalışma yapılmasına itiraz edildi. İBB’den gelen cevap ise “Proje kapsamında ağaç kesilmeyecek, ancak raylı sistem güzergâhındaki
FUAYE NOTLARI
Tek başına bir kadınsan, bir şekilde babanın, abinin, bakkalın çakkalın, komşu teyzelerin, ne diyeceği mühim olan elalemin değil kendi burnunun dikine gitmişsen, hayatının dikensiz gül bahçesine benzemeyeceği baştan bellidir. Ama olsun, gül senin, gülşen senindir, dikenleri ayıklaya ayıklaya yürürsün.
Tıpkı Müjde gibi. Aslında biz kendisini Hayriye olarak tanımıştık; Pala Hayriye. 18’inde evden kaçıp üniversiteye başlamış, aç kalmış, açıkta kalmış ama bir şekilde tutunmayı başarmıştı. Zehir gibi zekası, müthiş gözlemleri, sivri bir dili olan, ‘kadınlık halleri’ni oynamakta beceriksiz, yalansız dolansız bir kadındı, Figen Şakacı’nın roman karakteri Pala Hayriye. Şimdi romandaki ‘Pişti’ adlı bölümden fırlayıp tiyatro sahnesine konmuş, adı da Müjde olmuş.
‘Topuklu Terlik Süt Yapar’ adını taşıyan oyunun kahramanı Müjde, henüz tek bir kitabı olan bir yazar, kendisini ‘büyümeden yaşlanmış’ hissediyor, üstelik de hamile. Bin tane tereddütü, soru işareti var. Artık arkadaşı da olan jinekoloğu Nedim ‘bu yaşta’ başına konan bu talih kuşunu tepmemesi gerektiği kanaatinde. Öyle ya, bir kadının başka ne amacı olabilir ki hayatta? Çoluk, çocuk, düzen. Müjde bunları ‘bu yaşa’ kadar
Başkası adına kıpkırmızı olma, utançtan bakamama, içi daralıp kapatmaya yeltenme, “Daha kötüsü olamaz herhalde” derken olabileceğini görüp içi bulanma... Ve derin bir hayal kırıklığı, umutsuzluk, yılgınlık...
O mecliste cep telefonuyla çekilip yayılan video var ya, kademe kademe bunları yaşattı bana. Kürsünün, o boynu bükük kürsünün tepesinde öfkeli kadın suretleri, uçuşan saçlar ve tiz perdeden çığlıklar.
Yıllar yılı uğraştık, “Erkek meclis istemiyoruz” dedik, siyasi partileri listelerinde kadınlara verdikleri öneme göre takdir ettik ya da ayıpladık, kadınların sayısı arttıkça şiddetin yerini uzlaşma dili alır, iklim değişir sandık. Kadınların değiştirici, dönüştürücü gücüne inandık, elimize geçene bakın: Üçüncü sınıf bir aksiyon filmi.
Hani Hollywood’un “Siz aksiyon filmlerinde kadınlar hep ikinci planda, hep bir kurtarılmayı bekleyen kurban rolünde diye şikayet ediyordunuz ya, alın size güçlü kadın” diye ürettiği; uçan tekmeler atan, kılıçlar savurup ciğer söken türden vampir avcılarının, intikamcı gelinlerin, sözümona kadın ‘kahraman’ların bir yerli versiyonu. Güç mü istiyordunuz? Buyrun size güç. En hakikisinden kol kuvveti, en köründen nefret, en acımasızından öfke.
Pardon ama
Bunu çeşitli vesilelerle tekrarlamak durumunda kalıyorum; ne vatan sevgisi birilerinin tekelinde, ne başkalarını vatan hainliğiyle suçlama yetkisi. Öyle kolay kullanılır oldu ki bu tabir, çöp torbasını kapının önüne bırakan komşunuzdan evlenme teklifinizi reddeden meslektaşınıza kadar canınızı sıkan herkesi “vatan haini” ilan edebiliyorsunuz. Kimse de sormuyor “Ne hainliğini gördün?” diye. Açıklaman gerekmeyen bir şey o, söylüyorsun bitiyor, o lafın üstüne laf yok.
Daha önce bir kadın yolcuyu eşi benzeri görülmemiş şekilde taciz eden muaviniyle gündeme gelen otobüs firmasında bu sefer de bir şiddet vakası yaşanmış mesela. Televizyonunda sinyal olmayan bir yolcu, muavini çağırmış, adam “Zaten üç kuruş para alıyorum, bir de seninle uğraşamam” demiş, aralarında bir tartışma çıkmış ve muavin kadına tekme, tokat saldırmış, haber bu. Sürekli altı çizildiği için biliyoruz ki kadın iki aylık hamile, durum herhalde bu şekilde daha ağır hale geliyor, neyse sonuçta ortada dayak yediğini söyleyen bir kadın ve aldığı klinik raporu ve bunu haber yapan gazeteciye “vatan haini” diyen bir firma sahibi var. Önceki taciz olayını yazanlar da “paralelciydi” kendisinin beyanına göre. İstikrarlı yani.
O