Çağımız öyle veya böyle, bir şekilde ilgi çekme çağı. Twitter’da en çok söz edilenlerden olup TT listesinin tepesine kurulmanın mutluluğu her şeye değer.
Şu anda o listenin başında Celal Şengör oturmakta. Bir jeoloji profesörü niye pazar pazar gündemimizin tepesine yerleşir? Olsa olsa memleketin başındaki bir numaralı belalardan olan depremle ilgili bir açıklamasıyla, değil mi?
Hayır, bizim profesörümüz Armağan Çağlayan’la Radikal röportajında Deniz Gezmiş’e eşkiya deyip Kenan Evren’i kahraman ilan ettiği, Orhan Pamuk ve Yaşar Kemal’i okuyamadığı, Kemal Sunal’a da tahammül edemediği için gündemde.
Onca eğitim bu değerli fikirlere sahip olmak için mi derseniz, iki lafından biri Türk milletinin cehaleti olduğuna göre, eğitim şart demek ki... Okumuş olunca her konuda en üst perdeden atıp tutabiliyorsun. Asıl alanın olan bilim dışında...
Yok haksızlık etmeyeyim, bilimsel veriler de giriyor bir noktada devreye. 12 Eylül’ü bir peri masalına benzetme gayretine destek olarak... Armağan Çağlayan isyan edip “Hocam, Diyarbakır’da, Mamak’ta cezaevlerinde yapılanlar... İnsanlara dışkısını yedirmek...” diye saymaya başlayınca “Dışkı yedirmek işkence değil ki” diyor; “Ben bal gibi
Biz şimdi Suriyeli mültecileri batan botlardaki rakamlar olarak görüyoruz ya en çok medyada... Sokakta da çoluk çocuk otururken bir kenarda... Oysa hep bir hikayeleri var geride bıraktıkları... Ve burada yaşamlarını sürdürmek için bir çare arayışları... Yeni yeni anlaşılmaya ve anlatılmaya başlanan...
Oyuncu Onur Saylak’la tiyatro yönetmeni Doğu Yaşar Akal, Suriyeli Ömer’in İstanbul’daki bir gününü anlatan bir kısa film çekmişler, ‘Orman’ adı. Hakan Günday da var senaryo ekibinde.
Savaştan kaçmış Ömer... Hiç ‘dost’ bir hali olmayan megakente... Geçinmenin, çoluğuna çocuğunu aç bırakmamanın derdinde her yolu zorluyor. Bir gün yılan avlamak için ormana gidiyor. Bir karı koca ve ‘Golden’ köpeklerinin huzurla koşu yaptığı ormana... Şehir gibi orman da onların cipleriyle geldikleri ‘konfor alanları’.
Ama işte huzurlarını kaçıracak bir şey çarpıyor gözlerine... Görmeseler iyiyidi, kolaydı yanından geçip gitmek, her gün onlarca kez yaptığımız gibi ama bu karşılaşma unutulacak gibi değil...
Ne karı koca için, ne de seyirci için...
Ömer’i Selim Bayraktar, karı kocayı Tuba Büyüküstün ile Muhammet Uzuner oynuyor filmde. Selim Bayraktar’ın sadece gözüyle oynadığı sahneler sahiden
İki ülke, iki maç... Birinde ev sahibi takım ve taraftar, yakın zamanda başına felaket gelmiş ‘misafiri’ni karşılamak için hazırlanmış. Her tarafı o ülkenin bayraklarıyla donatmış; sahanın üstünden mavi - beyaz - kırmızı bir kemer geçiyor... Futbolcular ve taraftarlar hep bir ağızdan Fransa Milli Marşı’nı söylüyor... Burası Wembley Stadı, İngiltere.
Diğerinde, maç öncesi aynı saldırıda ölenler için UEFA’nın kararıyla 1 dakikalık saygı duruşunda bulunuluyor. Başka bir jest bekleyen yok, hepsi hepsi 1 dakikalık sessizlik. Kıyamet kopuyor statta. O 1 dakikalık ‘saygı’yı çılgın gibi ıslıklayarak etkisi dalga dalga yayılacak bir ‘saygısızlığa’ dönüştürmeyi başarıyorlar. Ha, bir de “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye de bağırıyorlar. Nasıl bir bağ kuruyorlar Fransa’daki saldırıda ölen Parislilerle şehitler arasında, bilemiyoruz. Bütün dünya izliyor bu rezaleti de. Burası da Fatih Terim Stadı, Türkiye.
Acaba ben mi yanılıyorum, ‘milliyetçi’ olmak beraberinde o milletin ele güne rezil olmasını istememek gibi bir şeyi de getirmez mi? Hadi diyelim, sana yakın ya da uzak bir coğrafyada 100’lerce insanın işe giderken, yemek yerken, maç izlerken, müzik dinlerken vahşice katledilmesi
Teoman Kumbaracıbaşı bir ‘acaip adem’ sahiden müzik grubunun adı gibi. Sene başında evine röportaja gitmiştim, kazan kazan süt reçeli kaynatıyordu. Götürüp pazarda satmak için. “Dizi piyasasını protesto etmek için reçel yapıyor” diye bir haber çıkmıştı. Onu konuşmuştuk... “Bu kadar saçma bir şey duymadım,” demişti, “Ben canım istediği için reçel yapıyorum. Süt reçelimin tadını evrensel bir yere ulaştırmaya çalışıyorum, bunun için de gece gündüz çalışıyorum. Ve bu bana şu anda çok zevk veriyor.”
Ortada kalbinden geçeni yapmak için saatlerce çalışan bir adam vardı. Kendi deyişiyle önce oyuncuydu sonra müzisyen, sonra reçelcibaşı. 38 yaşında müziğe başlamış, şairleri okuya okuya, onların şiirlerini besteleye besteleye hayatında başka bir pencere açılmıştı. Aslında yaşamak, üretmek ve mutlu olmak için çok şeye ihtiyacı olmadığını fark etmiş, hayatını küçültmeye başlamıştı.
İşte şu anda 22 metre karelik evinde oturuyor sohbet ediyor, müzik dinliyorduk... Sesinden ve gitarından kendi bestelerini... Keyfimiz gayet yerindeydi, yerimiz de hiç dar değildi...
Çekinme, samimi ol, çok çalış
Sonra ‘Güneşin Kızları’ dizisinin Ahmet’i olarak ekrana döndü Teoman. Oyuncu olarak da
Hatasını kabul etmek; bunu yaparken bahanelere sığınmamak önemli bir meziyet. Bizdeki özür kalıplarını bir düşünelim... “Gerekirse (ya da haksızsam) özür dilerim” vardır mesela... Söyleyene göre asla gerekmediği - gerekmeyeceği mesajını da içinde taşır. Ama hadi, büyüklük onda kalsındır. Böylelikle özür dileme kisvesi altında karşınızdakini ezebilirsiniz.
Sonuna bir ‘ama’ eklenir illa. Tamam yapmışsınızdır ama bir soralım bakalım neden yapmışsınızdır... Mutlaka sizi bir yanıltan - kışkırtan olmuştur. Böylece hem hatayı üstlenmez hem de özür dileyen olgun insan olursunuz. Bir taşla iki kuş.
Can Yayınları’nın sahibi Can Öz, bu taktiklerin hiçbirine başvurmadan, hiçbir ‘ama’ya, ‘ve fakat’a sığınmadan özür diledi dün. Tüyap Kitap Fuarı’nda Can Yayınları görevlileri 13 yaşında bir çocuğu durdurup üstünü başını aramışlardı. Çocuktan kitap filan çıkmamış, doğal olarak da sosyal medyada yer yerinden oynamıştı.
Ben de bugün burada diyecektim ki; bir çocuğu bu şekilde utandırmaya, ağlatmaya kimsenin hakkı yok. Kitap çalmış olsa bile yok. Kitap hırsızlığı en masum hırsızlıklardan biri, her fuarda da konuşulur, birçok öğrencinin parası olmadığında istediği bir kitabı ‘kamulaştırdığı’
Kentsel dönüşüm nedeniyle yerinden edilmiş bir müzikholle, ekonomik krizle boğuşan bir tiyatro salonu işbirliği yaparsa ortaya ne çıkar? ‘Yalınayak Müzikhol’ ve tepe tepeye dolu Kumbaracı50.
Sandalyeme oturmuşum, gösterinin 150 dakika sürdüğünü öğrenmişim, başıma gelecekleri bekliyorum. Fakat 10 kişilik ekip, patlayan enerjisiyle sahnede belirir belirmez iç sıkıntısından öldüğüm bir akşamda olabileceğim en doğru yere geldiğime karar veriyorum. Üç dakika sonra sunucu Kıvanç Duyar’ın (Ömer Erzurumlu) talimatıyla yanımdaki seyirciye sarılmış buluyorum kendimi. İyi geliyor, inanır mısınız?
“Buraya eğlenmeye gelenler elini kaldırsın!” komutunda ilk kalkan el benimki oluyor. Ondan sonra da bırakıyorum kendimi ‘damar damar üstüne binen’ şarkıların akışına...
Önce Hasbel Kader abla (Aslı Can Kortan) çıkıyor sahneye ‘hiç unutmadığı’ geçmiş hikayelerinin arasında ‘Duydum ki Unutmuşsun’u söyleyerek... Ardından duvar yazılarıyla konuşan ‘atarlı’ Yeter Artık (Çiğdem Aygün). Bir sözünü not ediyorum; “Sadece tuvaletleri değil birbirinizi de bulmak istediğiniz gibi bırakın.” Tabii ki ‘İtirazım Var’ı söylüyor. Libidolarımızı sınava çeken Keyfe Keder (Candan Seda Balaban) ile gamımızı
Bir sır değil; soranın, sorgulayanın, ‘genele’ ayak uydurmayanın işi zor buralarda. Hele hele eğitimciysen, ‘aykırı’ olmayacaksın. Müfredat var önünde, dışına çıkmak neyin nesi? Ya da öğrencilerine ders dışında okumaya, düşünmeye, soru sormaya sevk etmek? Neredeyse ‘işgüzarlık’...
Notre Dame de Sion Lisesi’nin öğrencileri tarafından tutkuyla sevilen edebiyat öğretmeni Melike Koçak’ınki gibi... “O bizim canımız” diyorlar, ötesi var mı?
Biz temmuz ayında duyduk adını; “Öğrencilerinin çıkardığı fanzin nedeniyle beş yıldır çalıştığı okuldaki görevine son verilen öğretmen” olarak...
Hürriyet’ten İpek İzci çok güzel bir yazı yazmıştı; Melike Koçak’ı “Ölü Ozanlar Derneği”nin John Keating’ine benzeten... Kendisini “Devlete, öğretmene, babaya, erkeğe çatır çatır kafa tuttum” diye tanımlayan bir öğretmen, tabii ki öğrencilerine de hayata çatır çatır kafa tutmayı öğretecekti. Bir öğrencisi “Her dersten çıktıklarında kafalarına sorular taktığını” söylüyordu ki bundan daha değerli bir şey söylenebilir mi bir öğretmen için?
Ama işte okullarda soru sordurmaktan ziyade ‘hazır cevap’ları yutturmaya alışık olduğumuzdan, Melike Koçak’ın da başı tez zamanda derde girdi. John Keating gibi...
Diyelim ki uzaktan az çok tanıdığınız birinden hoşlandınız, ilk yapacağınız ne olur? Evet, doğru cevap; adını google’da aratmak... Ne kadar tanınıyor, kaç kişi tarafından biliniyor, Facebook arkadaşları kimler... Hele hele Instagram, gerçek bir maden... Bu sayede evinin içini, hatta bize ‘iyi geceler’ dileyenlerdense yatağını bile görebilirsiniz daha ‘merhaba’ demeden...
Yeni bir keşif yapıyor değilim elbette, ilişkilerimiz artık insanların kendilerini sosyal medyada sunmak istedikleri yüzleri üzerinden yürüyor, hepimiz biliyoruz bunu. Konuşurken ne kadar acıklı olduğunu söylemeyi bir borç bilsek de akşam yalnızlıktan kırılıyor bile olsak “Hahayt, o kadar çok eğleniyorum ki” mesajı taşıdığına inandığımız fotoğrafımızı paylaşmayı ihmal etmiyoruz.
Böylelikle kimse kimsenin sahici halini tanımıyor, birbirimize gösterdiğimiz imajlarımız ‘aşık’ oluyor...
Ona da artık ne kadar aşk denirse... Birbirini tanımaya başladığın anda küllenen alevlerden ibaret...
Aşkın kısa süreli hali
Tatbikat Sahnesi’nin yeni oyunu ‘Blink’teki kadın ve erkeğinki gibi... İki fazlasıyla yalnız, asosyal insan... Hani bir yere girdiklerini de çıktıklarını da kimsenin fark etmediklerinden... Adeta ‘görünmez’lik