Çelik soyunup kontrbasın arkasına geçtiği fotoğraflarıyla bu hafta sosyal medyayı salladı. Bir kez daha anladık ki devir değişse de Çelik’in kendinden bahsettirme yöntemleri sabit kalıyor
Şarkıları sözlerini sorgulamadan sevdiğimiz bir dönemin şarkıcısı Çelik. Pop müzik “patlamış”, ortalığa bugün hâlâ barların en hoplaya zıplaya dinlenen şarkıları saçılmış. İzel-Çelik-Ercan dağılmış, Çelik Erişçi üzerinde meşhur renkli kazağı (ileride iPhone kazağı olarak anılacak unutulmaz bir kült obje), başında bandanası ile “Ateşlerde”. “Gitme, gelme, yapma, etme derken / Bir sıkımlık aşkımız da bitti / Gönlüm şimdi yeni bir kızda” diyor, “Dum ka ka” diye de devam ediyor: “Hayır mı şer mi bilmiyor ama, ateşte”.
“Popçu Çelik”in tek başına doğuşuydu bu. Ama onun “popçu” sıfatıyla derdi vardı ve sık sık altını çizdiği “akademik kariyerinden” ötürü “başka bir yerde” görüyordu kendisini. O “yeri” korumak için de her yol mübahtı.
“İstediğim zaman istediğim rolü yaparım”
12 mayıs 1966’da İstanbul Silahtar’da bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi Çelik Erişçi. İsmi, babasının çalıştığı Arçelik fabrikasından geliyordu. Pendik Lisesi’ni ite kaka bitirdikten sonra gizli gizli
Galiba ben başka bir film izledim. İlksen Başarır’ın son filmi ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’un gala gecesiyle ilgili haberlerde hep aynı başlık yer aldığına göre... “Sanki Grinin Elli Tonu’na geldik” demiş davetliler. Filmde sevişme sahneleri öne çıkıyormuş.
Hakikaten şaşırtıcı. Sanıyorum ekranlarda her şeyi buzlar arkasında görmekten ve tavan yapan sansürden ‘öne çıkan sevişme sahnesi’ nedir, onu unuttuk.
Çünkü Başarır’ın senaryosunu Mert Fırat’la birlikte yazdığı filmde günümüz ilişkilerine dair öne çıkan pek çok ‘gerçek’ var ve sevişme kesinlikle bunlardan biri değil.
‘Ozan’la ‘Nehir’in öyküsü
Bilmediğimiz bir sebepten ilişki özürlü hale gelmiş rock şarkıcısı bir adam var; ‘Ozan’ (Mert Fırat). Aslında sonunda anlıyoruz ki, hiç değilse geçerli bir sebebi olduğundan hoş görülebilir.
Ortalıkta
Anne babası tiyatro sahnesinin başarılı oyuncuları... Kulislerde büyüyor; onu kucaktan indirmeyen ablalarının, abilerinin elinde, ışıkların, yaldızların, şatafatın içinde...
Ama hepsi bir yana, kral babası bir yana... Babası bu, sever de döver de... Hatta en çok da sevdiğinden döver. Annesini de döver, o dayanamayıp gittikten sonra hayatına giren Ayşe ablasını da, tabii ki ‘küçük prenses’i Deniz’i de. Hep sevgisinden, büyüyünce anası gibi ‘o.pu’ olmasın diye... Hem hepsi ‘oyun’, annesinin dediği gibi... Öyle olmasa sonra kendi açtığı yaraları kendi sarmaya çalışır mıydı babası?
Üç yıl önce ‘Zenne’yle parlak bir çıkış yapan Caner Alper ve Mehmet Binay’ın yeni filmi ‘Çekmeceler’, bu sefer dehşet verici ve aslında bir o kadar da ‘sıradan’ bir aile hikayesi anlatıyor.
Çünkü evet, dört beş yaşındaki kızını ayrı kaldığı annesinin battaniyesinin altına girip mastürbasyon yapıyor mu diye anahtar deliğinden gözetleyen, yakalarsa eline makası alıp kesmekle tehdit eden, koca kız olduğunda hâlâ ıslak mı diye don kontrolü yapan bir baba, pek ortalıkta anlatılası bir hikaye olmadığından, birilerine ‘fantastik bir figür’ gibi gelebilir. Ya da bütün bunlar olurken kızını alıp olay
Tam 39 yıldır aynı yastığa baş koyan bir çift... Bugün “İki insanı 40 yıl bir arada tutan ne olabilir?” diye sorulsa akıllara ilk gelecek şeylerin çoğu yok onlarda: Uğruna evliliklerini sürdürmek zorunda oldukları çocukları yok, bir sosyal statüden, yürütülmesi gereken aile bağlarından söz edemeyiz...
Kimse kimseye ekonomik olarak bağımlı da değil. Özetle sadece birbirlerine olan sevgileri var. Nokta.
Zaten onları ‘sıra dışı’ yapan da bu. 40 yıl birbirlerini sevdikten, iyi kötü her şeyi paylaştıktan, güçlükleri beraber aştıktan sonra evlenmeye karar veren iki erkek olmaları değil. ‘Ben’le ‘George’un ‘Love is Strange/Aşk Başkadır’da anlatılan ilişkisini etkileyici, dokunaklı ve ilham verici kılan, tam olarak bu iki insanın hiçbir çıkara bağlı olmayan, saf aşkı.
Kendi hayatından esinlenmiş
‘Ben’ 71 yaşında bir ressam, ‘George’ ondan 10 yaş kadar genç bir müzik öğretmeni. Evlilik yasasındaki bir değişiklikten yararlanıp beraberliklerinin 39’uncu yılında nikahlanmaya kalkıyorlar ve hayatları tepetaklak oluyor.
Zira o kadar yıldır ‘George’un ‘Ben’le beraber olduğunu gayet iyi bilen katolik okulu, ‘evli barklı’ bir eşcinsel öğretmene hazır olmadığı için onu
Doğup büyüdüğün topraklara yabancı kalma, nerede olursan ol, kalabalıklar içinde bile yalnız olma, sesinin bir büyük uğultu içinde kaybolup gittiğini, gerçekten duyacak bir kulağa asla ulaşamadığını hissetme... Galiba bu saydıklarım bugünlerde herkesin, özellikle de kendini sistemin bir parçası olarak görmüyorsa, bir şeylere itirazı varsa, altına imzasını atacağı haller. Üstelik bu itirazlar da kendi içlerinde gruplara ayrıldığı için, bir noktada birleşmek de mümkün olmuyor.
Meğer ‘tek’mişiz...
Bir an geliyor, ortak bir öfkeyle, ortak bir isyanla el ele tutuşuyoruz, sanıyoruz ki aslında ‘çok’uz ve o bütünün anlamlı bir parçasıyız. Üç beş gün sürüyor, herkesin kendi köşesine çekilip içine kapanması. Görüyoruz ki meğer ‘tek’mişiz. Gene aynı koyu yalnızlık duygusu, “Sesimi duyan kimse yok” küskünlüğü...
Kimisi bu küskünlükle kendi kalesinde etrafına duvar çekip yaşamını sürdürür, arada da ‘bu ülkeyi terk etme’ hayalleri kurarken, kimisi de belki yine aynı duyguları paylaşan birilerine sesini duyurmayı seçebiliyor. Körü körüne ‘Ya sev ya terk et’e inanmadıkları için...
Bir şeyi sevmenin onu eleştirmeye engel olmadığını bildikleri, hem sevip hem değiştirmeye çalıştıkları
Bugün güzel bir şeyler yazmak istiyordum. İçimiz karardı, biraz ferahlayalım diyecektim. Kanal D’de başlayan yeni Onur Ünlü ‘marifeti’ ‘Beş Kardeş’te bulmuştum muhtaç olduğum yaşama sevincini; onu paylaşacaktım.
Depremde anne - babalarını kaybedip, birbirine kenetlenmiş beş benzemez kardeşin hikayesi bu... Balıkçı ‘Sait’in 12 yıl görmediği sevgilisi ‘Fahriye’yi bir gün unutmayışında; ‘Sait’ o gün hale gidiyor, kahvaltı edemez diye ona çorba yapıp getiren komşu kızı ‘Canan’da; yıllarca mahallede aynı kızı sevmiş iki can düşmanının aynı acıyla kucaklaşmasında; o güne kadar hayatını onlara adayan abileri, ‘Sait’ evleniyor diye yataklara düşen, “Sizin hiç babanız evlendi mi?” diye şiirler yazan, onu ölmüş babalarına şikayet eden, “Bu acı geçiyor mu?” diye soran kardeşlerin samimiyetinde insanı sarıp sarmalayan tanıdık bir şefkat bulmuştum çünkü.
Bu mahalle çok bildik, çok tanıdık, çok bizdendi. Hayat da bu kadar basit... “Çay iyidir, çay içen adamdan insana zarar gelmez” cümlesine sığabiliyordu aslında aradığımız bütün büyük büyük anlamlar. Teybe kaseti taktığında yükselen Orhan Abi’nin sesi kadardı; “Hangimiz sevmedik çılgınlar gibi?” Aynı mahallenin çocuğuyduk, hepimiz
Acun Ilıcalı Nihat Doğan’ı Survivor’a götürse ne olur, götürmese ne olur... Biz bu tip karanlık fikirlerin (Bilmeyenler için değerli tweet’i:
“Siz de mini eteği giyip soyunup laik sistemin ahlaksızlaştırdığı sapıklar tarafından tacize uğrayınca da bas bas bağırmayacaksın”) akıldan geçirilebildiği, gencecik bir kız vahşice katledilmişken bunların pervasızca dile getirilebildiği bir ülkede yaşıyoruz. Bir kadın ‘yazar’ çıkıp “Amerika’da her iki dakikada bir kadın tecavüze uğruyor. Şimdi çenenizi kapatın” diyebiliyor.
Ya da gazete adı altında çıkan kimi kağıt parçaları “İnadına mini etek, inadına dekolte ve inadına kızlı erkekli oturun” diyenlerin istediği batılı yaşam tarzı tecavüz ve ölüm getirdi” yazabiliyor. Anlaşılan orada bir tane vicdanlı insan kalmamış ki “Biz nasıl tecavüze, cinayete kılıf uyduruyoruz” demiyor.
“Bir grup erkek oturmuş “Biz hiçbir uzvuna sahip olamayan mahluklarız, tehlike saçıyoruz” diyorlar; “Bizden korkun, kaçın”
Hiçbir yerde rahat değiliz!
Biz de öyle yapıyoruz aslında. Sosyal medyada ‘sendeanlat’ hashtag’iyle paylaşılanlara bir bakın da utanın. Yürümekle aynı anda kendimizi kollamayı öğreniyoruz. Hiçbir yerde rahat etmiyoruz sayenizde.
1950’lerde erkek olarak yaşamak kolaymış... Böyle diyor ‘dış ses’; filmin ilk sahnesinde... Sanki başka zamanda zormuş gibi... Biz bir yandan telaşla toplanan genç, sarışın bir kadını izliyoruz. Bütün varını yoğunu bir bavula koyup kapatıyor hızla, kocaman gözleriyle onu izlemekte olan kızının da elinden tuttuğu gibi atlıyor arabasına terk ediyor evini, kocasını. Geride bırakıyor onu boğan hayatını ve yeni bir geleceğe doğru yelken açıyor.
Resimleri var bagajda, tek güvencesi onlar. İçlerine ruhunu koyduğu, kocaman gözlü çocuk tabloları... Biliyor ki kimsenin elinden alamayacağı tek şey bu; yeteneği... Ve bu oldukça çocuğuyla kendisine yeni bir hayat kurabilir.
Bir tek şeyi hesap etmiyor: Tek sahip olduğu şey pazarlama yeteneği ve şeytan tüyü olan üçkağıtçı bir adama aşık olabileceğini... Ondan sonrası, bu aşkın Margaret Keane’i yok etme öyküsü... Keane diye imzaladığı resimleri bütün dünyada kocasının adıyla (Walter Keane) ünlenirken, kendisi silinip gidiyor günden güne. “Sen ben ne fark eder?” diyor Walter, “Sen de Keane’sin, ben de... Sen evde sevdiğin şeyi yaparken ben dışarıda onları pazarlıyorum. Hem insanlar kadın ressamların tablolarını satın almak istemiyorlar.” Ve