Başrolünü Engin Altan Düzyatan ve Özgü Namal’ın üstlendiği “Bu İşte Bir Yalnızlık Var”, ülkemizde yapılmasına ihtiyaç duyulan iyi gişe filmlerinden
“Bu İşte Bir Yalnızlık Var”, müziklerini dinlemeye lise yıllarında başladığım okul arkadaşım Tuna Kiremitçi’nin ikinci romanıydı ve bir müzisyenin dünyasını anlatıyordu. Yalnız ve ‘kaybedenler kulübü üyesi’ bir müzisyen ‘eskisinin’ de diyebiliriz çünkü Mehmet aşkta da işte de dikiş tutturamadan otuzlarının sonuna gelmiş bir adamdı. Karısından boşanmış, grubundan ayrılmış, haftada bir gördüğü küçük kızıyla avunan, meteliğe de kurşun atan bir arkadaş.
Bu hafta bu romandan uyarlanan filmi izleyeceğiz sinemalarda. Senaryosu, sinema yazarı ve “Beni Unutma” filminin senaristi Burak Göral’a ait, yönetmeni de “Romantik Komedi”lerden tanıdığımız reklam ve klip kökenli Hakan ‘Ketche’ Kırkavaç.
Derli toplu bir aşk filmi
Şunu baştan söylemeli, karşımızda derli toplu bir aşk filmi var.
Engin Altan Düzyatan’ın oynadığı, hiç de ‘loser’a benzemeyen Mehmet, Galata’nın en müstesna sokaklarından birinde normalde bin dolarlarla kiraya verilen şahane bir dairede oturuyor. Gördüğümüz kadarıyla haftada bir yeteneksiz bir çocuğa
“Huysuz” sahiden dört dörtlük bir müzikli oyun. Kast şahane, herkes ama herkes çok iyi oynuyor, yetmiyor, şarkı söylüyor ve dans ediyor...
“Huysuz” 12 Aralık 20.30’da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde.
Bir Engin Alkan oyununa gitmek, çok eğlenceli bir geceyi garanti etmek anlamına geliyor. Nitekim, İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelediği “İstanbul Efendisi” ve “Şark Dişçisi”yle üçleme gibi düşündüğü Aysa prodüksiyonu “Huysuz” da, bu beklentiyi daha da yükselten türden bir müzikli oyun.
Engin Alkan, “Huysuz”u beş farklı Moliere komedisinden; “Hastalık Hastası”, “George Dandin”, “Zoraki Evlenme”, “Cimri” ve Teodor Kasap’ın Moliere uyarlaması “İşkilli Memo”dan yola çıkarak yazmış. Olay, bir huzurevinde başlıyor. “Moliere’in huysuzu” diye anılan ünlü bir tiyatro oyuncusu (Engin Alkan), şimdi yaşlanmış ve altını bağlamaya çalışan hoyrat hastabakıcıya karşı savaş vermekte. Onun şanı var şöhreti var, itibarı var... Ve isyanı var, çünkü kendi bildiklerinden başka her şeyi yok sayan kaba, cahil ve sevgisiz insanların eline düşmüş durumda. Kim olduğunu ele güne göstermek için hastalık hastası, huysuz ve cimri Harpagan’ı oynamaya başlıyor. Huzurevinin diğer sakinleri de
Bu yıl ekranların parlayan yıldızı kim diye sorulsa, çoğunluğun vereceği cevap aynı: “O Ses Türkiye”nin yeni jüri üyesi Gökhan Özoğuz. Athena’nın beyninin yarısı ve solisti olarak tanıdığımız müzisyen, doğallığı, komikliği ve nezaketi elden bırakmayan samimiyetiyle her hafta milleti ekran başına topluyor
cun Ilıcalı’nın tanımıyla “Son on yılın en önemli televizyon figürlerinden biri” o. Bugüne kadar müziğini dinleyen dinlemeyen, seven sevmeyen, jüri üyesi olduğunda ondan herhangi bir pırıltı ummayan birçok kişi her hafta sırf Gökhan’ı izlemek için televizyonda yayımlanan “O Ses Türkiye”nin karşısına geçiyor, Ajda Pekkan köşesinden hayranlığını dile getiren yazılar yazıyor.
Şurası kesin ki enteresan bir ekran büyüsü var Gökhan Özoğuz’da... Şeytan tüyü dediklerinden... Bir taraftan evinin salonunda koltuğa yayılmış televizyon izler gibi rahat ama asla saygısız, kaba, laubali değil. Yarışmacılara “siz” diye hitap ediyor, kimseyle gereksiz yere enseye tokat olmuyor ama sesinden çok etkilendiği birini de kalkıp içtenlikle kucaklıyor. Galiba en çok bu içtenlik etkiliyor seyirciyi Gökhan Özoğuz’da, bir de her tarafı dövmelerle kaplı, bunca yıldır “Ugh agh dev adam” diye zıplarken
Okumaya başlayınca da oradan oraya zıplayarak içinde kaybolduğum bir yeni siteyle tanıştım: Ekranella. Sitenin sloganı “Okuması izlemesinden daha heyecanlı” ki haksız değil
Bu hafta sonu sosyal medyada en çok paylaşılan ve konuşulan yazılardan biri, “kutsal anne” kavramının ekranlarda yerle bir edilişi üzerineydi. Kuzey ve Güney’in “Sinsilik, gücünü zayıflığından alma, devamlı kendini kurbanlaştırarak etrafına hayatı zehir etme, plancılık, ağzında bakla ıslanmama, faydacılık, gözü yükseklerde olma, bütün bencilliklerini ve hastalıklarını fedakârlık ve cefakarlık olarak sunma, her türlü haltı yiyip ‘Ama ne bileyim evladım, farkında bile değildim’ yapma ya da daha sinir edici bir sahtekârlık çeşidi olarak ‘Yavrum, ben senin iyiliğin için yaptım!’a dayama (...)” gibi özellikleri bünyesinde toplayan annesi Handan’la başlayıp Merhamet’teki kocasına olan aşkından çoluk çocuğu gözü görmeyen anneye, oradan yine koca ve iktidar tutkusuyla kendi evlatlarını birer piyon olarak görebilen Hürrem’e uzanan şahane bir analiz. Ve şu yukarıdaki alıntıdan bile tahmin edilebileceği gibi, Perihan Mağden imzalı.
Hani şu bildik “anneler melektir” klişesine, “Anne olunca anlarsın” meselesine sıkı
Geçtiğimiz yıl evlenen, iki ay sonra da baba olmaya hazırlanan Teoman’dan bugüne kadar bitmeyen arayışların, yalnızlıkların şarkılarını dinlemiştik. Şimdi sıra “aradığını bulmuş” Teoman’ın şarkılarında...
Tarihler 4 Ağustos 2011’i gösteriyordu. Teoman bir açıklama yaptı: “Müziği bırakıyorum. Ya çok çok uzun bir süre ya da büyük ihtimalle hiç dönmemek üzere.” Attığı her adım izlenen, ne yapsa dinlenen, konserleri hıncahınç dolan bir müzik yıldızının, “Bırakıyorum ben bu işi” dediğine rastlamamıştık daha önce. Üstelik çok da dürüst bir açıklaması vardı: “Çok sevdiğim şarkılarımı yazdım. Hep olduğum kişi kalayım diye de çok uğraştım. Küçücükken bu ülkede rock müziğe dair bir hayal kurdum, nerede ne varsa takip ettim, inandım. Hayal olduğunu bile bile. Neyse, işte bu hayal artık beni tatmin etmiyor. Kendimi, arkadaşlarımı hayal kırıklığı içinde görüyorum... Çok yorgunum. O yüzden pes diyorum. Bu bir hüzün yazısı değil, bir rahatlama yazısıdır.”
Onun için belki rahatlamaydı ama müziğini sevenler için hüzün verici bir karardı, bir türlü kabullenmediler Teoman’ın gidişini. Sonunda kazanan onlar oldu. Yaklaşık 10 ay sonra, Milliyet Cadde’de Tolga Akyıldız’a verdiği röportajda
“Tamam mıyız?”, karamsar değil, kasvetli değil, bonbon şekeri gibi bir film... Çağan Irmak, Temmuz’la İhsan’ın hayatın kıyısına iten özelliklerinin altını çizmek yerine dostluğa, dayanışmaya odaklanmış
“Çağan Irmak gene ağlatacak” başlıklarını görünce önceki gün, bir şaşırdım... Çünkü kırk kere izlediğim Yeşilçam filmlerinde bile gözyaşı döken biri olarak ben ağlamamıştım “Tamam mıyız?”da. Ara sıra bir küçük iç burkulması, burun direği sızlaması, hepsi bu... Tam da bu sebeple, “Çok merak ediyorum ama göremeyeceğim bu ara, üzülmeye halim yok” diyenlere filmin üzücü olmadığını anlatıp duruyordum. Evet, kolları bacakları olmayan bir çocuk var filmde, Aras Bulut İynemli’nin şahane oynadığında herkesin hemfikir olduğu, ama film karamsar değil, kasvetli değil, üzücü değil. Tam tersi, Çağan Irmak’ın Milliyet Sanat için yaptığımız röportajdaki tanımına katılıyorum, “Bonbon şekeri gibi bir film”.
Bir “yarenlik” hikayesi bu film
Farklı sebeplerle “ötekileştirilen”, en önce kendi babaları tarafından istenmeyen iki karakterin; Temmuz ile İhsan’ın adına ne derseniz; dostluk, kardeşlik, aşk-ki arkadaşlıkların da içinde aşk yok mudur? - ya da yönetmeninin dediği
Barış Atay sahiden yalnız değil, o gülmesin de kim gülsün?
Bir genç adamı, bütün Türkiye’nin tanıdığı bir adamı, Barış Atay’ı, elinde kelepçeler, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle adliyeye giderken izledik dün. Ağzından kulaklarına varan bir gülümsemeyle... Hani ancak insanın içi çok rahatsa bu kadar güzel gülebilir... Çekinecek hiçbir şeyi yoksa, kendinden eminse... Başına bir şey gelmeyeceğine inanıyorsa diyemiyorum, çünkü daha ne gelsin ki başına? İşini yapan, çok izlenen dizilerde oynayan, daha yedi ay önce sadece evlilik haberiyle gazetelerde yer alan bir oyuncu olarak ‘siber suç’ işlediği iddiasıyla gözaltına alınmış. Redhack üyesi olmakla...
Dönüp bakıyorum, twitter hesabından yazdıklarına, her gün başka bir haksızlıktan söz etmiş, bir gün Ali İsmail Korkmaz davasının, bir gün Uğur Kaymaz’ın ağıt yakan ailesinin, bir gün Mehmet Ayvalıtaş’ın babasının, bir gün Gezi’ye destek verip ödenekten olan özel tiyatroların yanında yer alan bir adam... “Muhalif” olduğu kesin de, “Twitter’dan anlayan biri bana fotoğraf yüklerken neden internal server error verdiğini açıklayabilir mi?” gibi bir soru soracak kadar da “siber alem”den bihaber görünüyor, değil hacker olmak...
Ve
Kürt ozanı Şivan Perwer, 37 yıllık ayrılıktan sonra memlekete gelip Diyarbakır’daki toplu nikah töreninde İbrahim Tatlıses ile birlikte türküler söyledi. Yıllarca kasetlerini gizli gizli dinleyenler için bir efsaneydi Şivan Perwer... Dünyada Kürt müziğinin özgür sesi... Hikayesi ise Urfa, Viranşehir’de başlamıştı... İsmail Aygün adıyla...
Yıl 2002, Kürt ozanı Şivan Perwer, İbrahim Tatlıses’e dava açıyor. “Peşmerge” türküsünü “Zurnacı İbo Dayı” adıyla Türkçeye uyarladığı için. Daha açık yazalım: Müziğini izinsiz kullanıp üzerine sözler uydurduğu için. Yıl 2005; Şivan Perwer, Batman Çağdaş gazetesine konuşuyor: “İbo kıroluk yapıyor. Onun parası var,
bu işten çok iyi kazandı. Ben de Urfalıyım, babası bana çok ciğer kebap verdi, ben de ona su verdim. İbo iyi bir tenordur. Kıroluk yapmasın, doğru bir şekilde yaklaşsın. Başka sanatçının yapıtını değiştirmek büyük bir saygısızlıktır.”
Yıl 2013; Şivan Perwer Diyarbakır’daki toplu nikah töreninde İbrahim Tatlıses ile düet yapıyor. Daha önce yine bir Kürt ezgisiyken “Zurnacı İbo Dayı” ile aynı kaderi paylaşıp farklı sözlerle “anonimleşen”, sonunda maç tezahüratına bile dönüşen “Cane Cane”yi söylüyorlar. Kimine göre bir “zafer”