Üzerinden bunca yıl geçmişken neden kendimi “Eti senin kemiği benim” diye birilerinin eline teslim edilmiş gibi hissediyorum?
İlkokulu özel bir okulda okudum ben. İstanbul’un o zaman için birkaç özel okulundan biri. Çocuk eğitiminden anladıkları bir hayli enteresandı. Bahçeye çıkılacaksa hep beraber çıkmak zorundasın, tuvalete gitmek için bile o bahçe saatinde içeri giremezsin, yemek yerken konuşamazsın, konuşursan aç kalıp cezaya kalkarsın, müdire hanımı ziyarete gider, cetveli yersin. Evet, dayak basbayağı cennetten çıkıp gelmişti o ailelerin dünyanın parasını vererek çocuk okuttuğu okula. Ve görevleri kara koyunsuz şahane bir sürü yaratmaktı.
Öğretmenlerin bulduğu cephane
Ama düşününce en fenasının, sürekli izlenme hissi olduğunu hatırlıyorum. Bir öğle teneffüsünden döndüğümüzde masanın üstünün kağıt parçalarıyla dolu olduğunu görmüştük. Öğretmenler çantalarımızı karıştırmış, içlerinde kendilerine göre “müstehcen” resimler, yazılar bulmuşlar, oraya yığmışlar. Bu müstehcen malzemenin nelerden oluştuğunu hayal gücünüze bırakmayayım, çöp adam çizimlerinden, merak edilen kimi uzuv isimlerinden oluşan son derece çocuksu bir cephane.
Öğretmen
Medyada kullanılan ‘erkek egemen’, duyarsız, ayrımcı dile duyduğumuz tepki, twitter’da örgütlenen defnedevrimi hareketine önayak olmuştu. Şu son manzara ne kadar umut kırıcı
Haksız, hem de dibine kadar haksız olduğun bir konuda eleştiri aldığın zaman takınılabilecek en fena tutum, “Asıl sen şuna bak” diye durumun benzeri örneklerini sıralamak olabilir herhalde. Böylelikle “Ben fena halde köşeye sıkıştım, kendimi savunacak nokta bulamıyorum, saldırıya geçiyorum” da demiş olursun en temizinden.
Tıpkı Şafak Pavey’i vurmak için olabilecek en acımasız tweet’i atan Sevilay Yükselir’in yaptığı gibi... Sonra silmek olsun, özür dilemek olsun, bunlar sahiden durumu hafifletmiyor. Değil mi ki sen bir kadının gencecik yaşında kolunu ve bacağını kaybettiği tren kazasının sebebini sorgulayabiliyorsun, bir an için bile bunu aklından geçirip, klavyenin başına geçip yazabiliyorsun, onun artık özürü yok sahiden.
Farklı hassasiyetler
Zaten o da özürünü diledikten sonra öfkesini beşe katlayıp bir yazı yazmış, anlaşılan daha da devamı gelecek. O yazıda Pavey’e yönelik tweet’ini haber yapan Milliyet’i de ikiyüzlülükle suçluyor, Neden Mine G. Kırıkkanat’ın Nagehan Alçı’ya yönelik (ve tabii
“Kelebeğin Rüyası” Türkiye’nin Oscar adayı, Yılmaz Erdoğan ise artık eni konu sözü geçen bir sinemacı. O Russel Crowe’un son filminde oynamaya hazırlanırken, biz Hakkari’den Mükremin’e, oradan da Oscar adaylığına uzanan hikayesine göz attık
Babaannemin üçaylığı aldığı gün pantolon almaya gittim. Dar paça, boncuklu kotların olduğu dandik bir dönem vardı ya işte o sıralar. Kadife bir pantolon aldım. Renk körü olduğumu da bilmiyordum henüz. Öyle bir yeşil almışım ki, bu kadar olmaz. Evdekiler tarafından o kadar fena aşağılandım, o kadar dalga geçtiler ki benimle... Bu kadar dalga geçmeselerdi belki mizahçı olmayacaktım. Ben kendimi savunmak için saldırıyorum sağa sola. Ama şimdi daha çok saldırıyorlar. Bir yeşil pantolon alıp baştan başlamalıyım.”
Muhsin Kızılkaya’nın uzun süre aynı evi paylaştığı Yılmaz Erdoğan’ı anlattığı “Yılmaz” kitabı, bu alıntıyla başlıyor. Sibel Kilimci’ye verdiği röportajda anlatmış bunu Erdoğan. Bir yeşil kadife pantolonmuş yani onu bu işlere iten... Belki de herkesin birbiriyle tatlı tatlı dalga geçerek anlaştığı bir ailede büyümesinde, işin sırrı. Kesin olan bir şey var ki 1985 yılında cebinde sadece kelimeleriyle İstanbul’a gelen “Hakkarili kavruk
Hande Yener’in “Sevgiliniz var mı?” sorusuna verdiği, neresinden tutulsa elde kalacak bir cevap... “Yok artık” derken son bombasını da patlatıyor: “Yaşlı mıyım ya?”
Karşımızda Hande Yener. Kafasında kedi kulakları, sahneye çıkmaya hazırlanıyor. Bir yandan da magazin kameralarına açıklamalarda bulunuyor. Sonunda soru geliyor sevgilisi olup olmadığı sorusuna... “Herkesin var, benim niye olmasın?” diye cevap veriyor, Hande Yener bu soruya. Ama belli ki kesmiyor kendisini verdiği cevap; bir de açmaya karar veriyor... “Sakat mıyım?” diye giriyor lafa... “Herhalde yanlış anlıyorum duyduğumu” diye düşünüyorum, ama yetmiyor devam ediyor: “Kör müyüm, topal mıyım?” “Yok artık” derken son bombasını da patlatıyor: “Yaşlı mıyım ya?”
Öyle ya, sakat mıymış ki sevgilisi olmasınmış? Neresinden tutulsa elde kalacak bir cevap... Ama gülünüp geçilecek gibi de değil, çünkü aslında genel bir yargıyı da ele veriyor bir yandan: “Aşk, genç ve güzel, eli ayağı düzgün insanların yaşayacağı bir şeydir”. Ruhunun, kafanın güzelliğinin hükmü yoktur. Onlarla dağları devirebilir, şahane işler başarabilir, tüm engelleri yıkabilirsin... Ama birinin kalbini kazanamazsın. “Sakatsın” çünkü.
Yener, görmeyi
Bugün, belki o bu diyardan gittiğinde okuma yazma bilmeyen çocuklar doğum gününü kutluyorlar Ahmet Kaya’nın. Onu linç etmeye çalışanların ağzında bir pişmanlık türküsü
Ahmet Kaya yurdundan, toprağından, insanından uzakta, ‘sürgünde’ öldüğünde tarihler 16 Kasım 2000’i gösteriyordu. Ben o zamanlar çok popüler olan bir internet portalinin haber editörüydüm. Haberlerin altına kullanıcıların serbestçe yorum yazabildiği, bizim küfür ve hakaret içerenleri sonradan silip temizlediğimiz bir sistemi vardı portalın. O gün, iki arkadaşımla beraber işi gücü bırakıp Ahmet Kaya’nın ölüm haberinin altına bırakılan, ağızdan köpükler saçarak yazılmış yorumları sildik. Yetişemedik, ölmüş bir insandan çıkaramadıkları öfkenin izlerini yok etmeye.
Anlamakta nasıl güçlük çektiğimi, Ahmet Kaya’nın zamansız, iç burkucu bir şekilde gidişi kadar bu içimizden taşan ‘nefret’ için de üzüldüğümü bugün gibi hatırlıyorum. Hep en iyi bildiğimiz şey oldu, nefret etmek...
Tam 13 yıl olmuş gideli
Ben bu yazıyı yazarken tarih 28 Ekim 2013. Twitter’ı açıyorum, bugünün en çok yazılan konularının, TT listesinin tepesinde “Doğum günün kutlu olsun Ahmet Kaya” var. 57 yaşında olacakmış yaşasaydı... Tam 13
Karanlık ve sessiz dünyasından çıkış yolunu bulan Helen Keller’ın mucize hayatından esinlenen filmlerden bir yenisi bugün sinemalarda
27 Haziran 1880’de Alabama’da bir bebek dünyaya geliyor: Yüzbaşı Arthur Henley Keller ve Kate Adams Keller’ın kızı Helen Keller. Gayet sağlıklı bir bebek. Gelgelelim 19 aylıkken ateşli bir hastalığa yakalanıyor ve hem görme, hem işitme duyularını kaybediyor. Karanlık ve sessiz bir dünyası var artık. Hiçbir şey öğretilemeyen, iletişim kurulamayan, hırçın, baş edilmez bir çocuk... Nasıl bir hayatı olacağını düşünürsünüz? En iyi ihtimalle evinde, izole edilmiş olarak ana babasına bağımlı yaşayacağı ıssız bir karanlık gibi görünmüyor mu kaderi?
Ama bir şansı var, çocuğuna yaşama tutunma şansı aramaktan vazgeçmeyen annesi... Bütün seçenekleri tırmalıyor ve sonunda telefonu icat ettikten sonra kendini sağır çocukları eğitmeye adayan Graham Bell’in yardımıyla doğru adresi buluyor. Hayatlarına bir mucize giriyor: Anne Mansfield Sullivan adında bir öğretmen.
Öğretmeni hep yanında
İlk olarak Hellen’ı bir su pompasının yanına götürüp onun adını öğretiyor Sullivan küçük kıza... ‘Su’. Ve ondan sonrası sahiden su gibi akıp gidiyor. Körler ve
Sosyal medyanın iki adet pazar eğlencesi vardı bu hafta sonu: Biri Helal Sex Shop haberi, diğeri de İzzet Çapa’nın Cübbeli Ahmet Hoca röportajı
İlki, büyük ihtimalle dalga geçmek isteyen birilerinin açtığı bir şaka sitesi. Yani o kötü Türkçeye, o abuk subuk laflara başka bir şey yakıştırmak gelmiyor insanın içinden. Efendim müslüman çiftler için mevcut erotik sitelere karşı bir alternatif sunmak istemişler de, ürünlerinin (gerçi ürün yazamıyorlar, helal cinsel ürütünler yazmışlar açılış sayfasında, aceleye geldi herhalde) hiçbirinde alkol yokmuş da, hepsi islam’a uygunmuş da... Bay ve bayan için ayrı ayrı linkler var, oralardan domuz ürünü filan içermeyen ürünlerini tedarik edebiliyorsun ve İslami sevişme adabı ile ilgili merak ettiklerin varsa bir takım cevaplar bulabiliyorsun.
Ve dünyada ikinci, Türkiye’de ise bir ilk olma iddiasındaki bu dükkan, bütün gün gündemi işgal edebiliyor.
Kanuni’nin ahını alan yanar
Tıpkı Cem Yılmaz’la aşık atmaya çalışan (Ben demiyorum, kendi iddiası, onun esprileri daha doğalmış) Cübbeli Ahmet Hoca’nın incileri gibi... Neler neler söylemiyor ki gene, bir kadın gazeteciye röportaj vermeyeceğinden başlıyor ki insan kahrolmasın da ne
11 yıllık ekran fenomeni “Kurtlar Vadisi” 200’üncü bölümünü kutlarken, Polat Alemdar’ı oynayan Necati Şaşmaz da baba olmanın mutluluğunu yaşıyor. Türk televizyon tarihinin canlandırdığı karakterle en çok bütünleşmiş oyuncusunun hikayesi
Tarihler 12 Haziran 2013’ü gösteriyordu, bir konuşma izledik televizyonlarda. Hiçbir konuşma bir anda bu kadar çok ortak kodu aynı anda üretmedi. Artık hepimiz “Sanırım bize nazar değdi” dendiğinde aynı şeyi anlıyoruz. “Fosforlu kedi gözleri” diye de bir ifade girdi literatürümüze. Zira Necati Şaşmaz, Gezi Parkı’nda olayların bütün şiddetiyle devam ettiği günlerde Başbakan Erdoğan’la görüşmeye gitmiş ve çıkışta basına bir “açıklama” yapmıştı. Yapıldığı anda sosyal medyayı sallayan, ertesi gün kendisine neredeyse bütün köşe yazılarında yer bulan, anlayanın beri geldiği bir açıklama... Özeti de buydu: Türkiye bunu hak etmiyor, sanırım bize nazar değdi.
Bir de tabii “Necati Şaşmaz Gezi Parkı’nda görülmüş” diye bir söylenti çıkaran münafıkları susturmak gibi bir gayesi vardı. “Bu bir mahalle baskısıydı”, hiç bulunmamıştı haşa Gezi Parkı’nda.
Konuşmasının başında ettiği “Sesim geliyor mu? Dublörümü (Evet, dublajcı anlamında) getirmedim, kusura