Grup ikinciliği hedefse, tam isabet! İkincilik için çekiştiğimiz Belçika’yı geride bıraktıysak, elbette bu bir zafer!
Ama yine de soralım: Kimin zaferi bu ?
Guus’un mu, yoksa tarihten bildiğimiz Pirus’un mu?
Guus’un (hocamız Hiddink’in yani) zaferleri böyle olmamalı... Onun adına, kariyerine yakışan bir başarı değil bu...
30 puanın ancak yüzde 57’sini toplayıp 17 puanla (biraz da Almanya’nın himmetiyle) play-off oynamaya hak kazanıyorsun.
Eğri oturup doğru konuşalım. Bu uzun macerada öldük öldük dirildik.
Sadece Kazakistan’dan iki maçta 6 puan alıp geri kalan her rakibimize puan bahşettik. Almanya’ya 6, Azeri kardeşlere 3, Belçika ve Avusturya’ya birer (Kayıp hanesinde 2’şer) puan !
Eğri oturup doğru konuşalım. Bu maçı günler öncesinden kaybettik. Kamptaki ilk basın toplantısında ne demişti Guus Hiddink: “Almanya ile aynı seviyede değiliz!”
Sonra da Alman futbolu üzerine bildiği(miz) tüm doğruları anlattı.
Alman Milli Takımı, zaten varolan özgüvenini ikiye katladı bu mesajdan sonra. Adamlar futbolda dünyanın en iyilerinden...
Bir de sen söylersen...
Arena’yı anahtarlarıyla birlikte teslim edersin Almanya’ya.
* * *
Maçın başlangıcından sonuna kadar Almanlar her alanda organize, etkili ve istekliydiler. Bildiğimiz makine düzeninin yanı sıra bireysel olarak da yaratıcı ve göze hoş gelen katkılarla oyuna güzellik ve derinlik kattılar. Götze, Müler, Schweinsteiger, gerçekten saygı duyulacak oyunculardı.
Guus Hiddink, A Milli Futbol Takımımız’ın Euro 2012 elemelerinde Almanya ve Azerbaycan ile oynayacağı son maçların aday kadrosunu Hollanda’ya çağırdığı yardımcısı Oğuz Çetin ile yaptığı görüşmeden sonra açıkladı.
Aday kadroyu ilan etmek üzere İstanbul’a erken gelmek gereğini duymadan.
Doğrusu, bu tuhaf duruma şaşırmadım.
Vergilerini Hollanda’da ödeyen, Türkiye’ye milli maçlar dışında bazı lig maçlarını izlemek üzere şöyle bir uğrayan Hiddink’in işini elbette ciddiye aldığını biliyoruz.
Ama Türkiye’yi ne kadar ciddiye alıyor, tartışılır!
Yine de bu girişten Hiddink karşıtlığı gibi bir yaftanın üzerime yapışmasını istemem. Sadece eleştiri görevimi yerine getirmeye çalışıyorum.
Hollandalı hocanın vizyonuna, futbol anlayışına ve dünyaya bakışına hiç itirazım yok.
Şimdi sormanın zamanı: 1.Beşiktaş, ihraç malını cicili bicili ambalajlarla paketleyip iç piyasaya dökme ürün süren eski bir taşra tüccarı mıdır?
Hayır, öyle değilse, UEFA Avrupa Ligi’nde güzelleşip gönül okşayan o futbol, Süper Lig’e dönüşte nasıl çirkinleşip can sıkıcı bir zulüme dönüşür?
2.Beşiktaş futbol takımı Quaresma’nın rüzgârıyla yol almaya çalışan, o yoksa su alan bir tekne midir?
Hayır, öyle değilse, bu amaçsızlık, dağınıklık, başıbozukluk neyle izah edilir?
Gaziantep’teki maç, her iki takımın isteksiz, etkisiz, plansız oyunuyla Süper Lig’e yakışmayacak yanlışlar komedyasıydı.
Güya teknik adam (kan) değişikliği ile hasret kaldığı galibiyete oynayacaktı Gaziantep. Evet, öyle göründü, ama Wagner’le, İsmail Sosa ve Cenk ile bireyselliğin ötesine geçemedi. O bireysel gayretler de sağ olsun Rüştü’nün tecrübesinde eridi.
Özel izne değer miydi?
Galatasaraylı dostlar, ligdeki üç bininci golü kimin atacağı üzerine üç bin tahmin yapsa, yine de Jan Rajnoch adı akıllarına gelmezdi sanırım... Kime niyet, kime kısmet... Talihsiz Çek futbolcu, kendi kalesine attığı golle de olsa Galatasaray tarihinde 1 satırlık bir yere sahip oldu.
Eh, bu da bir şeydir!
Başkentteki maça maç demek ne kadar doğru? Taraflardan biri transfer yapması yasaklanmış, ödeme sıkıntısı çeken ve istediği oyuncularla değil, elde kalanlarla kadro kurmak zorundaki Ankaragücü olunca o oyunun adı futbol olabilir ama, futbol maçı olamaz. Maç, İngilizce’deki “match” sözcüğünün karşılığı olarak birbirine denk, başa baş ekiplerin karşılaşması anlamına geliyor.
Bir yanda zor koşullar altında ayakta durmaya çalışan ev sahibi, bir yanda da transferin en hovarda alıcısı... 19 Mayıs Stadı’nın zemininde denklikten söz etmenin anlamı yok.
Yine de Ankaragücü oyuncularının iyi niyetle mücadelesine saygı duyduk. Kazandıkları kornerlerin üçte birini akıllıca kullanabilseler, skorda dengeyi bulabilirlerdi.
Galatasaray’a bakarsak...
Her şeyden önce dünkü sonuca ilk deplasman galibiyeti olarak kayıt düşmek pek doğru gelmiyor bana. Ev sahibi sizin kadar iddialı
O penaltı Fransız hakemin mi, Sivok’un mu arızası? Tartışmanın anlamı yok. Kesin olan şu ki skor tabelası, Beşiktaş’ın emeğine de, onurlu oyununa ve övünülecek mücadelesine de hiç yakışmadı.
Sezonun en iyi oyununu oynadı Beşiktaş- Stoke City’nin sert, yüksek tempolu oyununa, zaman zaman faulle dahi açıklanamayacak itip kakmaya, Rüştü üzerinde yoğunlaşan kabadayı müdahalelerine rağmen iyi dayandı Beşiktaş.
Pasif bir savunma anlayışı yerine oyuna ortak olan, pozisyon ve fırsat üreten kişilikli bir futbol ortaya koydu.
Britannia Stadı’ndaki maçın skorundan daha önemli gerçek, Beşiktaş’ın savunma, orta alan ve hücum oyununu özlenen biçimde dengeli olarak sergilemesiydi.
Savunmanın iki beki, Egemen, Fernandes, Necip ve Aurelio kapasitelerinin üzerine çıktılar bu maçta... Quaresma, zaman zaman bireyselliğe kaptırarak ataklarını olgunlaştırmadan erken şutlarla şansını denemeye çalıştı, olmadı. Ama yine de hakkını teslim etmeli... Maçın seyir zevki veren baş aktörüydü.
Beşiktaş açısından temel noksan, Edu’nun hücum oyununda yeteri kadar topla buluşamaması, kendine hücum aksiyonları içinde yer bulamamasıydı. İki kez gol fırsatı yakaladı, kullanamadı.
Stoke City, bir
Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı), yazarları ikiye ayırırdı: Afrodisiaklar ve Dionisiaklar...
Afrodisiaklar, Afrodit’in güzellikleri üzerine duygusal şiirler, masallar, öyküler döktürürlerdi... Dionisiaklar, hayata daha derinden ve gerçekçi gözlerle bakarlardı... “Hani bağbozumu (Dionisos) şenliklerinde şarabın ölçüsünü kaçırarak dili çözülenler vardır ya, akıllarına geleni, gördüklerini aynen söylerler... İşte oradan geliyor bu Dionisiaklar” derdi...
Anlattığına göre Afrodisiaklar örneğin, güzel bir kadına övgüler yağdırırken, Dionisiaklar aynı kadın için “Güzel ama, bundan anne olmaz!” diyebiliyorlardı...
Her neyse...
Fenerbahçe Şükrü Saraçoğlu Stadı’ndaki Manisaspor maçında TFF yepyeni bir kural uyguladı... Artık seyircisiz maç cezası ortadan kaldırılıyor ve kadınlarla 12 yaşından küçük çocuklar ücretsiz olarak stada davet ediliyordu.
46 bine yakın kadın taraftar, gerçekten futbol tribünlerine eşine hiç rastlamadığımız bir güzellik, incelik, hoşluk getirdiler... Sağolsunlar, ellerine, ayaklarına, seslerine sağlık!
Beşiktaş piyangoyu sevdi! Üç gün önce Bursa’da son üç dakikaya iki kafa golü sığdırıp üç puanı aşıran siyah-beyazlılar, dün de gökten düşen elmayı kucaklarında buldular.
Dokuzuncu dakikada İsmail’in uzun topuyla ceza alanında buluşan Veli Kavlak, Antalyalı Ali Turan’dan öyle bir omuz darbesi yedi ki, çarşıda, vapur iskelesinde ya da herhangi bir yerde iki kişiyi kavgaya tutuşturur, olay karakolda biterdi... Tam da kural kitabında yazılan dokuz kusurlu hareketten birine en kaba örnek... Yani penaltı.
Simao da seviyor penaltıları. Beşiktaş, zor maçta bulduğu erken golle neşelendi. Ama sonrası sıkıntı maratonuydu ev sahibi takım için...
Carvalhal’ın 7 yerli, 4 yabancıyla kurduğu on bir, başlangıçta diri ve istekliydi... Rakibi üzerinde ısırgan bir baskı kuruyor, sık sık gol pozisyonuna giriyordu... En başta Mustafa Pektemek, ayağına gelen en az üç gollük fırsatı tepti. Bursa kahramanlarından Holosko sağ kanatta arkadaşlarından kopuk bir saklambaç oyunu sergiliyordu. Simao da durgun ve etkisizdi. Hücumda en etkili görünen oyuncu Veli Kavlak oldu. Ne var ki onun da pas ve şut tercihleri karışınca Beşiktaş golün devamını getiremedi.
Antalyaspor’a ve Necati Ateş’e gerçekten