Avrupa Şampiyonası elemelerinde Hırvatistan’la eşleşmemiz, çok sıkı bir hesaplaşma sürecini başlattı...
Malum, Hırvatlarla oynadığımız maçlar, oldukça netameli.
Son örnek, 2008 Avrupa Şampiyonası’nda inanılmaz beraberlikle penaltılara taşıdığımız ve kazandığımız o unutulmaz maç... Adamlar kaçırdıkça bizimkiler attı.
O maçı Türk mucizesi olarak algılayanlar, başarıyı mucize ile paketleyip servise koyanlar, bir gerçeği unuttular. O günkü Türk Milli Takımı, sonuna kadar mücadele eden, asla teslim olmayan, rakibine kendi oyun anlayışını ve kendi kavgasını dikte ettiren bir takımdı... O takım İsviçre’yi kendi evinde öyle yendi, Çekleri ve Hırvatları aradan öyle çıkardı. Bugünlerde Galatasaray’daki sakatlıklarla yeniden tartışma gündemine gelen Amerikalı kondisyonerlerin de o takıma kattığı pozitif değer, maçın sonuna kadar diri kalamalarını sağlayan fizik kaliteydi.
Hırvatistan, nereden bakarsanız bakın bir futbol ülkesi. İkinci dünya savaşından önce de vardılar. Sonra Yugoslav futbolunun ortağı oldular. Yugoslavya’nın çözülmesinden sonra uluslararası futbola döndüler. Onların da bizim gibi (1998) Dünya Kupası üçüncülüğü var.
Dahası, FIFA’ya yeniden kabul edildikleri
Bu maçı unutulmaz bir futbol dersi olarak teknik direktör kurslarında, antrenör seminerlerinde göstermek gerekir.
Futbolun bir oyun, eğlence olduğunu biliyoruz ama, aynı zamanda ciddi bir iş olduğunu da unutuyoruz çoğu zaman...
...Ve futbol bazen hiç affetmiyor. Tıpkı dün olduğu gibi!
Dördüncü dakikada Ernst’in kafayla uçarak attığı açılış golü aslında hoş bir tablo sunuyordu. Simao topu kaldırıp ceza alanına indirdi, Aurelio Ernst’e aktardı. Vaka mahallinde Egemen’i de gördük.
Modern futboldan bir kesit gibi.
Takımın savunma karakterli üç oyuncusu, oyunun akışı sırasında (duran toptan filan değil) ceza alanında golü arıyor, üretiyorlar. Çok güzel bir görüntü. Üçü adına da olumlu notlar alıyoruz.
Sonra Mustafa Pektemek’in golü geliyor. Benzer bir tablo...
Arena’nın çimleri yenilenmiş... Galatasaray taraftarları, yeni zeminde takımın da kendini yenileyerek bir “bayram ziyafeti” sunmasını bekliyor.
Haklılar... Çünkü Galatasaray’da o kapasite var.
Ama kimsenin hesaplamadığı bir gerçek de sahada, herkesin gözünün önünde duruyor.
Mersin İdmanyurdu “kurbanlık” rolüne hiç de razı değil. Hadi mekanın Arena olduğunu dikkate alarak konuşalım. Nurullah Sağlam, takımını matadora teslim olacak bir boğa olarak getirmemiş İstanbul’a...
Tam aksine... Mersin İdmanyurdu’nun gözü kara mı kara!
Oyuna ortak oluyorlar. Direniyorlar. Kör bir inatla direnme değil bu. Sahanın her yerinde varlık gösteriyorlar.
Mert Nobre, Andre Moritz, Ben Yahya... Bir de Nduka katılıyor onlara...
Dakika 79... Sivok Dinamo Kiev cezaalanı içinde... Uzun bir topla buluşuyor ve istediği vuruşu yapamıyor. Beşiktaş için karakteristik bir tablo bu...
Öndeki üç hücumcunun bir türlü etkinleşemediği, bal yapan arı pozisyonundan kurtulamadığı, saç - baş yoldurduğu oyunda savunmacılar "İş başa düştü" diyerek duruma müdahil oluyorlar... Egemen'in altıncı kornere kafa koyarak attığı gol gibi, Sivok’un da hücum organizasyonuna katılıp rakip cezaalanına girmesi bu sıkıntının sonucu...
Beşiktaş’ta Quaresma, Almeida ve Simao, topla çok oynuyorlar. Takım, baştan sona hücum üstünlüğünü elinde tutuyor.
Ama öyle bir Almeida var ki, inanılmaz!...
Dün en az dört kez yüzde yüz gol pozisyonuna girdi Portekizli... İlkinde kötü bir kafa vuruşuyla topu auta attı. Ötekilerde de sürekli zamanlama yanlışları içinde bocaladı... Oyunun gelişimini, topun gelişini okuyacak zekaya sahiptir, kuşkusuz... Ama öylesine ağır ki, her hareketinde geç kalıyor...
..Ve bu Almeida’ya 87 dakika tahammül ediyor Carvalhal.
Bu tahammülü “mazoşizm”le açıklayabiliriz, belki...
Kral ölünce, onu unutmayız. Gönlümüzdeki tahtından indirmeyiz. Ama yenisini ararız. Metin Oktay’ı Tanju Çolak’ın, Tanju Çolak’ı da Hakan Şükür’ün izlediği gibi yeni gol krallarını buluruz.
Futbolda krallık, golün dışında farklı alanlara da yayıldı.
Asist krallığı gibi... Hem gol, hem de asist krallığını kazanan Alex de Souza da gönlümüzde çok özel bir tahta oturmadı mı?
Kralların peşinden yürürken, gözümüzden kaçan bazı gerçekler var.
Dünyanın her yerinde krallar, prenslerin içinden geliyor. İş aleminde de, sanatta da sporda da gelecek vadeden bir yeteneğe sahip olmanız, iyi bir eğitim almanız, o yeteneğin karşılığını vermeniz ve sizden beklenen başarıları fazlsıyla gerçekleştirmeniz, prens olmanın ön koşulları. Öğrenmeye devam etmeniz, kendinizi geliştirmeniz, desteklenmeniz de şansınız varsa eğer- kralın yerini alacak “veliaht prens” olmanıza yeter!
Türk futbolunun prenslerine gelince...
Maalesef, hemen her kademede yanlışlarla, yetersizliklerle, yalnızlıklarla mücadele etmek zorundalar. Yetenekliler ama, o yeteneklerin gelişmesi rastlantılara ya da şansa endeksli...
Hayır, Beşiktaş hala takım olamadı. Bir orkestra gibi düşünürseniz, şefle sazlar arasında uyumsuzluk var.
Sazların çoğu detone...
Bir de şefin yönetiminde müziği icra ederken, sazlardan biri veya ikisi ille de bireysel çıkıntılık yapıyor. İlle kendi solosunu yapmak istiyor.
Orkestra elemanları, birbirlerini dinlemiyorlar... Kafalarına göre takılıyorlar.
Çok azı orkestranın (takımın yani) bir parçası olduğunu düşünerek dürüstçe mücadele ediyor... Ama gerisi orkestrayı (takımı yani) bozmaya devam ediyor.
Carvalhal’ın nihayet Portekiz önceliklerine bir sınır çizip takımda daha dengeli tercihlere yöneldiğini bir kez daha gördük dün... Uzun süre yok saydığı, 18’e bile almadığı Hilbert ve Ernst nihayet üst üste üçüncü maçlarını oynuyordu.
İyi niyetli hocanın nihayet duygusallıktan ayrılıp akıl yoluna girdiğini düşünüyorduk.
Özlenen ve beklenen bir derbiye tanık olduk. Beşiktaş’a da Fenerbahçe’ye de teşekkür borcumuz var.
İnönü’de hem golleri sıraladılar, hem de futbol oynamaya çalıştılar. Harcadıkları enerjiye, gösterdikleri gayrete, oyunu bırakmadan gösterdikleri direnişe ve becerilerine saygı duymalıyız.
Son yıllarda böylesine güzel ve temiz bir derbi izlememiştik.
Sahadaki herkes, mevsim normallerinin üstüne çıktı.
En çok da Fırat Aydınus... Her hafta hakem hatalarıyla sarsılıp gerilen futbola dün yardımcılarıyla birlikte çok sağlıklı kararlar, kartlar ve duruşuyla çok olumlu bir katkı sağladı. Dahası, her iki takım adına verdiği iki ofsayt kararı var ki, onlardan biri gol olsa adaletin ibresi sapar, kıyametler kopardı.
Beşiktaş’ta Carvalhal, geçen hafta Mersin’de olumlu sinyaller verip maç kazanan kadrosunu bozmadan doğru ve sağlıklı bir tercih yapmıştı.
Quaresma, Simao, Ernst, Aurelio, Hilbert,Veli Kavlak derbinin gerektirdiği sorumluluk ve dikkatle oynadılar. Simao’nun perdeyi açan golü unutulmaz bir jenerik oluşturdu. Quaresma elinden geldiğince takım için oynadı. Hele Almeida’ya attırdığı golde, topu sağ ayağıyla kullanmasını bekleyen Bekir’i yanıltarak soluyla yaptığı asist
Galatasaray, kötü zeminde ev sahipliği yaptı. Kötü zamanda Gaziantepspor’u ağırladı. Neresinden bakarsanız bakın, “netameli” bir maçtı bu... Her an arıza çıkabilirdi.
Arena’nın zemini, hizmete alınan her yeni stadda görülebileceği gibi oldukça bozuk. Çukurlar, engebeler var.
O zemin hem oyunun kalitesini düşürdü, hem de tehlikeli bir durum yaratmaya başladı.
Kazım, o kötü zeminde tutunamadı. Sonra Gökhan Zan’ın talihsizliği... Bozuk zemin, onu da oyundan kopardı.
Tam o sırada işte Gaziantep’in parlayan genç yıldız adayı Muhammet Demir, Gökhan Zan tedavideyken, takım on kişi oynarken, kaleye sırtı dönük bir topuk darbesiyle beraberlik golünü buldu.
Galatasaray, Terim’in oyun felsefesini, taktik anlayışını henüz öğrenme ve sisteme dönüştürme aşamasındayken... Futbolcular, formsuzluk, sakatlık sürecinden bir türlü alternatif ve derinlik oluşturamamışken...
Kötü zamanda yani... Hem de kötü zeminde zorlandı!