İzmir’deki Galatasaray - Altay maçını sadece 9 bin biletli seyircinin izlemesi, dilimize pelesenk olan "muhteşem taraftar" kavramını yeniden sorgulamamız gerektiğini hatırlattı bana...
1996’dan beri Fatih Terim’le başlayıp Lucescu ile devam eden "ilkler serisi", şimdi II. Terim Dönemi’nde yeniden yapılanma, yeni ilkeler ve yeni felsefeler dolayısıyla yokuş başında vites değiştirme aşamasına geldi. Galatasaray zorlanıyor. Ummadığı, unutulmuş hayal kırıklıkları ile gerginlikleri yaşıyor. Açıkçası her değişimin bedelini ödüyor Galatasaray... Bu bedellerden biri seyircinin kırılması, dağılması, soğuyup savrulmasıdır.
Yıllardır tarihsel başarılara tanıklık eden yığınlar, kendi hayatlarında ezilmişliğin, kaybetmişliğin, yenilmişliğin psikolojisiyle Galatasaray tribünlerine koştular. Hayatta kazanabilecekleri, mutluluğu paylaşabilecekleri yeni bir aidiyet duygusuna kaptırdılar kendilerini... Futbolu sevip sevmemek, futbol derinliklerinden ve zenginliklerinden pay alıp almamak o kadar da umurlarında değildi. Hemen tüm takımlarımızın taraftar tribünlerinde olduğu gibi, çoğu zaman maça bile bakmadılar. Ama hakemin katılmadıkları kararlarına ya da rakip takımlara karşı protest reflekslerle varlıklarını gösterdiler.
Şimdi Terim’in büyük hedeflerle büyük yarınlara dönük felsefe değişimini, yeniden yapılanma sıkıntılarını paylaşmak istemiyorlar. Çünkü o paylaşımda mutlulukla birlikte sıkıntı da var. Kaybetmek de olası...Oysa onlar kaybetmeyi kendi hayatlarından biliyorlar. Kaybetmekten yorulmuşlar. Yeni yorgunluklar istemiyorlar. Maç mı ? Artık en azından bazı maçlarda boş veriyorlar!
İnternette dolaşırken gözüme takılan bir fıkrayı sizlerle paylaşmak istedim.
Bilirsiniz Arsenal’in Hollandalı futbolcusu Denis Bergkamp, uçağa binmekten çok korkar... Geçtiğimiz yaz boyunca ortalarda da görünmemiş hiç... Arkadaşları, hayranları ve ailesi merak ve endişe dolu günler geçirmişler. Neden sonra Japonya’da ortaya çıkmış... Meğer Arsenal’de sezonu kapatır kapatmaz, bir kayığa atlayıp doğuya doğru kürek çekmeye başlamış. Sonra bir sala binip deryalardaki yolculuğuna devam etmiş. Baktı olmayacak bir yolcu gemisine kapağı atmış ve güç halle Tokyo’ya ulaşmış. Öğrenmiş ki Hollanda zaten 2002 Dünya Kupası’nda yok. Gruplarda elenmişler. Hemen aynı yoldan geri dönmeye karar vermiş Bergkamp... Malum ya... 2004 Avrupa şampiyonası Portekiz’de!
Üşenmemiş Bedri... 2002 Dünya Kupası serüvenimizi hem TV’den, hem yerli - yabancı basından hem de internet ortamından izlemiş... Her türlü görüşü, bilgiyi, anekdotu kitabında toplamış... Ona göre Dünya üçüncülüğü, Şenol Güneş’in bir başarısı değil... Güneş, Hakan Şükür ısrarıyla İlhan’ı oynatmadığı için, Dünya Şampiyonluğu’nu kaçırmış... Yani üçüncülük bizim ödülümüz değil... Adeta üçüncülükle cezalandırılmış oluyoruz...
Futbola gönül veren uluslararası çapta bir ressamın "fırça darbelerini" izlemek ve Dünya Kupası keyfini bu defa daha sakin, ama daha derin çıkarmak istiyorsanız, okumanızı öneririm. Ah abi, İlhan’ı bi oynatsalardı /Bedri BAYKAM - Piramit Yayınları / 368 sayfa. 10 milyon TL )
Beşiktaş, 90’lı yıllarda sabır ve ısrarla yaşadığı "Gordon Milne" döneminin bir benzerini bu yıl Lucescu ile mi yakalayacak ?
Soruya yanıt vermek o kadar kolay değil... Herşeyden önce Süleyman Seba döneminin sabır ve ısrarı vardı o yıllarda... Bugün Serdar Bilgili ve arkadaşlarının aynı anlayışta olduğunu söyleyebilir miyiz ? Hayır! Seba, Milne ile 6 yıl aynı kadere baş koydu. Kaybederken de yanındaydı teknik direktörünün, kazanırken de... Bilgili üçüncü yılında üçüncü hocayla çalışıyor. Neyse ki Lucescu’ya alışıyor! Nihayet Beşiktaş için en iyi seçimi yapmış olmanın keyfini çıkarıyor. Gordon’un Beşiktaş’ı ile Lucescu’nun Beşiktaş’ı da çok farklı... O dönemde tribünlerin şarkısı "Metin-Ali-Feyyazödı... Bugün koro halinde Pascal Nouma’ya övgülerle sesleniyorlar.
İki hocanın ortak yanı var yine de... İkisi de günü birlik rakipten rakibe değişen taktiklerin adamı değil... Gordon o günlerin tandemli 4-4-2’siyle mücadele eder, ısrarla kendi oyun sistemini dayatırdı rakibe... Bugün, geç de olsa Lucescu Beşiktaş’a uygun en iyi sistemi bulmuş görünüyor. Üçlü savunma, onların hemen önünde savunma ağırlıklı (ön libero) iki savaşçı, kanatlarda - olabildiğince-birer adam ve üçlü hücum timi... Bazen Sergen ve önünde çift santrfor... Bazen Pancu ve önünde çift santrfor... Bazen de iki hücum yaratıcısı, önlerinde tek santrfor... 3-5-2 ‘nin varyasyonları...
Sabırlı, sessiz ve efendi kişiliğiyle Luce yavaş yavaş ağırlığını kabul ettiriyor. Hem rakiplerine, hem medyaya, hem de Beşiktaş’ın iç odaklarına...