Futbol artık dizilişler oyunu değil. 4-3-3, 3-5-2 ya da 4-2-3-1 gibi klasik terimler kullanılsa da, modern futbol; hareketli oyuncularla, değişken rollerle ve anlık geçişlerle oynanıyor. Bu geçişler, sadece teknik direktörün kararlarını değil, oyuncuların oyun içindeki zekalarını da test ediyor.
Futbolun belki de en çekici yanı, herkesin bir fikrinin olması... İster ayağına top değmiş olsun, ister olmasın; futbol, izleyen herkesin teknik direktörlüğe soyunabileceği bir spor olduğu için belki de bu kadar popüler...
Günümüzde ise bu anlamda en çok yorum yapılan konulardan biri; maç öncesi kadrolar açıklandığında herkesin gözünü çevirip baktığı, skora göre maç esnasında, “Takım neden üçlüye döndü?” veya “Geçen hafta üçlüyle gol yememiştik, bu hafta neden dörtlü çıktık?” diye sorduğu, son dönemin en popüler sorularından biri; savunma hattının kaç kişiyle kurulacağı...
Sosyal medyada, tribünde, televizyonda neredeyse herkesin bu konuda bir
Ligue 1 şampiyonluğunu garantileyen, Fransa Süper Kupası’nı kazanan, Fransa Kupası’nda finale çıkıp, Şampiyonlar Ligi’nde yarı finale ilerleyen PSG, artık bir “takım gibi takım.” Şımarık yıldızlar kulübünden, genç ama olgun oyuncular kulübüne dönüş projesi. Luis Enrique’nin PSG’si, belki de bu yeni çağın öncüsü.
Bir futbolsever, tuttuğu takım dışında, farklı ülkelerde, farklı liglerdeki bazı takımları da destekler, ya da bir adım ileri götürelim, sever. İnsan dilini bilmediği, yaşamadığı bir yerdeki, bir futbol kulübünü niye sever? Bunun net bir cevabı olmadığı kesin.
Bilim insanları halen beğenilerimizin altında yatan psikolojik ve motivasyonel unsurları bulmaya uğraşıyor. Ama soruyu tersten soralım, bir futbolsever bazen ülkesindeki rakibi dışında farklı ülkelerde, farklı liglerdeki bazı takımları da “sevmez” hatta bir adım ileri götürelim, antipatik bulur, kaybetmesinden keyif alır?
O zaman neyi sevmediğini tarif edebilirsek, belki futbolseverlerin neden bazı kulüpleri sevdiğini de anlayabiliriz. Bunun
Yerel kupalar, yani bizdeki Türkiye Kupası, kulüplerin durumuna, hedefine, futbolcu profiline göre avantaj veya dezavantaj olabiliyor. Ancak bu kupalar hepimize imkansızı başarmayı hayal ettirir. Futbol zaten biraz da bu değil mi? Hayal kurma fırsatı...
Hafta içi oynanan Fenerbahçe-Galatasaray derbisi, yani Türkiye Kupası çeyrek finali maçı, bana şu soruyu sordurdu: Günümüzde kulüpler ve taraftarlar, Türkiye Kupası, İngiltere’de FA Cup, İspanya’da Kral Kupası gibi yerel kupalara nasıl bakıyor? Uzun yıllardır oynanan bu kupa maçları takımlara bir prestij mi sağlıyor, yoksa sürekli değişen formatıyla, artan maç sayıları yüzünden ekstra bir yük olduğu mu düşünülüyor?
Bu kupaların tarihçesi, bazı ülkelerde çok eskiye dayanıyor; örneğin 1871’de başlayan FA Cup, dünyanın en eski futbol turnuvası olup, futbolun gelişiminde büyük rol oynamış. Premier Lig’den amatör liglere kadar toplamda 700’den fazla takımın katıldığı, izleyiciler için de sürprizler barındıran ilgi çekici
Rekabetin gittikçe kötüleşmesinin birçok sebebi var. Komplo teorileri, “dizayn edilen lig” sözleri, şaşmış adalet terazisi nefret çatısını oluşturdu. Sonuç, sayısı artan güvenlik güçleri, fiziksel şiddet, sözlü taciz… Brezilyalılar bu oyuna joga bonito-güzel oyun diyor. Peki, bu izlediğimiz güzel oyun mu?
En eski hatırladığınız Fenerbahçe - Galatasaray derbisinin üzerinden kaç yıl geçti? 10, 30, 50? Benim yaklaşık 35 sene geçmiş. Size eskiden ebedi dostluk vardı, yöneticiler centilmen, taraftarlar saygılıydı gibi hamaset kokan cümleler kurmayacağım, zira eskiden de bu derbinin nam-ı meşhurdu. Kavgası, gürültüsü eksik olmazdı.
Halbuki Türkiye’de taraftarların takım seçimi ve rekabeti ne İtalya’da Lazio-Roma arasında olduğu gibi ideolojik, ne Arjantin’de Boca Juniors-River Plate arasındaki gibi sosyoekonomik, ne de İskoçya’da Celtic-Glasgow Rangers arasındaki gibi dini farklar içeriyor. Bizde temelde herhangi bir farka dayanmadan, çoğunlukla babadan miras kalan
Galatasaray’ın şaşırtmayan 11’ine karşın, Ole öngöremediğimiz kadro tercihiyle sahaya çıktığında, doğru maç planını yapan siyah beyazlılar dedirtti. Beşiktaş, Montella’nın santrforsuz oyunu gibi net dokuz numara yerine forvette hareketli oyuncuları sayesinde maça şiddetli bir ön alan baskısıyla başladı. Bu yoğun baskının sonucu maçın ilk isabetli şutunda Rafa golü buldu.
Galatasaray ise orta sahada sayısal üstünlüğü kaybedip oyun kurarken basit hatalar ve top kayıpları yapıp etkili bir tablo çizemedi. Sara ve Yunus’un varlık gösterememesi, bir anda takımın on kişi kalması derken, Torreira sahneye çıkıp jeneriklik bir gol attı. Hücum hattının üretkenliğini eleştirenlere nazaran ben bu sezon sarı kırmızılıların asıl hatasının savunmada olduğunu düşünüyorum. Dün de bu hatalar sebebiyle ikinci golü kalesinde görüp kazanmayı hak etmediler. Geçen yıl daha az gol yiyen, daha güçlü bir oyun oynayan ve hepsinden önemlisi futbolcusu ve hocası daha disiplinli olan Galatasaray, belki sezonu şampiyon bitirecek
Futbol sadece sahada oynanan bir oyun değil; hiç bir zaman olmadı. Futbol, taraftar kültürü, sosyal hayat, turizm ve yaşam tarzıyla iç içe bir ekosistem... Kendine has bir ruhu var. Ve Yeşilçam’ın ustalarının dediği gibi, “Futbolu satın alabilirsiniz ama ruhunu asla...”
Futbolun sadece bir spor dalı olmaktan çıkıp, devasa bir endüstriye dönüşmüş olması artık yeni bir haber değil. Kulüpler, oyuncular ve ligler, milyarlarca dolarlık değerlerle anılırken, futbolun ekonomisi de giderek daha karmaşık bir hal aldı, hatta kulüplerin başarısını doğrudan etkileyen en önemli faktör olduğunu savunanlar da var.
Ben onlardan biri değilim. Evet, bu yüzyılın gerçeği olarak sermaye, insanoğlunun toplum sözleşmesini yarattığı dönemden bu yana sahip olduğu çoğu manevi ve kültürel değerin önüne geçti. Dünyanın yönetim şekli kapitalizmin etkisi altında. Pek tabi futbol da bunun bir yansıması. Ancak, yüksek harcamalar her zaman doğrudan sportif başarıyı getiriyor mu?
Nasıl ki bir dönem Avrupa futbolu, Rus
Günümüz modern futbolunda, bir kaleci, sadece kurtarış yapan bir oyuncu değil, aynı zamanda oyunu başlatan, savunmayı yönlendiren ve takımının oyun kurucularından biri haline gelmiş durumda. Bu dönüşüm, futbolun hızlanması, taktik anlayışların değişmesi ve teknik becerilerin ön plana çıkmasıyla daha da belirginleşti.
Futbol tarihinde en çok konuşulan oyuncular forvetler olmuştur. Kaçımız futbol batağına bir kaleciye hayranlığımızın yüzünden düştük? Hangimizin aldığı ilk forma bir kaleci kazağıydı? Tribünde topu ve forvetleri izlemeyi bırakıp, takımımızın kalecisini en fazla kaç dakika izlemişizdir? Mahalle futbolunda bile (ki günümüzde mahalle futbolu diye bir şey kaldı mı sanmıyorum ama) futboldan en anlamayan, takımda en işe yaramayanın “Sen kaleye geç” diyerek sümen altı edildiği mevki, kaleciler, sonunda yıllardır yaşadıkları yalnızlıktan kurtulmaya başladılar.
Bu hafta önce Şampiyonlar Ligi’nde, sonra da temsilcimiz Fenerbahçe’nin Avrupa’da oynadığı ve penaltılara kalan maçlar, kalecilerin önemini bir
Futbol, her dönemde değişen trendler ve yeni oyuncu profilleriyle evrilmeye devam ediyor. Günümüzde ise sahaları domine etmeye başlayan bir nesil var: Z kuşağı futbolcuları. 1997-2012 yılları arasında doğan bu jenerasyon, hem oyun tarzları hem de futbola bakış açılarıyla kendilerinden önceki nesillerden belirgin şekilde ayrılıyor. Biliyorum içinizde benim gibi X veya farklı kuşaktan olanlar varsa, onların aklından şu anda “Yahu bu kuşak sadece futbolda mı belirgin şekilde ayrılıyor, sen gel bir de bizim iş yerinde, bizim evde gör” diyenler vardır. Haklısınız ama işte kuşak çatışması dediğimiz şey de tam olarak bu değil mi?
Teknolojinin göbeğine doğan bu kuşak, önceki herkesten çok farklı ve devir artık bizim onları anlamaya çalışmamız gereken devir. O zaman teknik direktörler bu kuşakla nasıl anlaşıyor? Z kuşağı futbolcuları diğer jenerasyonlardan nasıl farklı? Onları motive eden unsurlar neler? Sahada ve saha dışında nasıl bir hayat tarzı benimsiyorlar?
Takıma değil isme tutku
X ve Y kuşağı için futbol, büyük ölçüde bir meslek ve tutku olarak