Ada Rice'ın açıklamasından iki gün sonra da ABD, tam da Erdoğan Washington'a uçarken "ortak düşman"a baskı yapıp esir askerlerin bırakılmasını sağlamıştı. Böylece, "Düşman"a söz geçirebildiğini de kanıtlamış oldu.Sonda diyeceğimi başta yazayım:Türklerle Amerikalıların düşmanı ortak mı bilmem; ...ama Türklerle Kürtlerin düşmanı ortaktır.* * *Eski dosyaları karıştıralım:21 Ocak 2002 günü PKK Başkanlık Konseyi'ni temsilen Mustafa Karasu, ABD Dışişleri'ne bir yazı gönderdi.İki sayfalık bu yazıda, o ay, bir Ortadoğu ülkesinde, PKK ile Amerikalı yetkililer arasındaki görüşmede sağlanan mutabakattan söz ediliyordu. "Görüşme memnun edici geçti. Görüşlerimiz örtüşüyor" deniliyor ve şu vaatte bulunuluyordu:"PKK, ABD ile her alanda işbirliği yapacaktır."* * *Belgede, işbirliği için yapılacaklar 9 maddede sıralanıyordu:1. PKK, ABD'nin Irak'a müdahalesine tam destek verecek.2. PKK, bölgede demokrasinin gelişmesi için işbirliği yapacak.3. Kürtlerin merkezi ve yerel iktidara katılması, Irak'ta Kürtlere federal bir statü tanınması, Kürt sorununun 4 parçada birbiriyle ilişki içinde çözüme kavuşturulması, işleri kolaylaştıracak.4. Kürtler arası birlik için PKK, isim değişikliği dahil yeni adımlar
Ada Kapıda "Olivero Toscani imzalı şu yazı vardı:"İçeri girerken bütün o güzelim, karmaşık fikirlerinizi çöpe atın. Yerlerine hiç de etkileyici gözükmeyen en basit çözümlerinizi koyun. Bunu ısrarla yeniden deneyin. Sonuçta vardığınız nokta, o kadar basit olsun ki, görenler sizin nasıl bir yol kat ederek o sadeliğe ulaştığınızı asla öğrenemeden, 'Bunu herkes yapabilir' desinler." Erdal İnönü'nün formülü buydu.Sadelik, onun su gibi duru yaşam tarzında ve böbürlenmeyen bilgeliğinde, en büyük zaferini kazanmıştı.***Önceki gün baba evi Pembe Köşk'ten uğurlanışına da bu sadelik damgasını vurdu.Canlı yayındaki TV muhabirleri ısrarla "devlet töreniyle uğurlandığını" söyleyedursunlar, o, kendisine yaraşan şekilde bir "millet töreni" ile vedalaşıyordu Ankara'yla...Babasının kurucuları arasında yer aldığı devletin olanaklarına yaşamı boyunca uzak durmuştu:Tumturaklı unvanlar, makam koltukları, kırmızı plakalı arabalar, uzak-yakın korumalar, konforlu lojmanlar, dolgun maaşlar, ayrıcalıklar...Başbakan yardımcılığı görevini teslim töreninden sonra bir taksiye binip gitmişti. Yine bir taksiyle geldiği Ermeni konferansının girişinde toplaşanlardan yediği domatesin ceketindeki lekesini de kendisi
Ada 1670 rakımdayız.Altımızda yılın ilk karını görüyoruz; ince satenden bir beyaz deri gibi örtmüş çıplak bitki örtüsünü... Az ileride "iki dağın arasında kalmış/ ne gün görmüş ne murad almış" Bahçesaray görünüyor. Abidevi ceviz ağaçları arasından Müküs Çayı akıyor, "başını taşlara vura vura..."Helikopterdeki Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, "Van'ımızın en yoksul iki ilçesinden birinin adı Saray, diğerininki Bahçesaray" diyor.Adı "Mesut" konmuş, mutsuz bir çocuk gibi Bahçesaray...Eski adı Müküs'müş. Belediye Başkanı Naci Orhan bir şiirle karşılıyor heyeti:"Sarmış çevremizi dağlar/ ölüdür Müküs'te sağlar / aydınlık saçar son çağlar, / bir ışık da gelsin bize..." Bir Skorsky helikopteri çıplak tepelerin, çorak ovaların üzerinden uçuyor. O ışık, Milliyet'in "Baba Beni Okula Gönder" çığlığıyla geldi Müküs'e...İşadamı Ethem Sancak tarafından yaptırılan kız yurdu, 100 öğrenciyi barındıracak.12 bin Bahçesaraylı ayakta...Bakan hemşerileri ya; bizden önce, yol gelmiş, okul gelmiş, hizmet gelmiş Bahçesaray'a...Ondan önce yollar şubatta kapanır, mayısta açılırmış.Başkan Orhan olağanüstü bir mizah duygusuyla anıyor o günleri:"'Nereye bağlısınız' diyenlere '10 ay Allah'a, 2 ay Van'a
Ada Partililer, en çaresiz dönemlerinde çıkagelen "Paşa'nın oğlu"nu o kadar çok seviyorlardı ki, gördükleri yerde bacaklarına dalıp omuzlara alıyorlardı.Zavallı Erdal Bey, çaresizce havalanırken "Yapmayın, etmeyin" diye sesleniyor, "Sosyal demokratlık eşitlik demektir. Kimse kimseden üstün değildir" diye laf anlatmaya çalışıyordu.Dinleyen kim!* * *Sonra bir kış günü gittiği Kars'ta, karda yürürken ayağı kaydı, düştü.Yanındakiler hemen koluna girdiler, kaldırmaya çalıştılar, kaldıramadılar.Onların çaresizliği, kendisine bir fikir verdi.Omuzlama meraklısı partililere direnmenin yolunu bulmuştu.Artık birileri bacaklarına hamle edince kendini yere atıyor, boylu boyunca yatıyordu. O andan itibaren çevresindekilerin yaşadığı şaşkınlığı kendisinden dinlemiştim:"Önce düştüm ya da bayıldım zannediyorlardı. Sonra kaldırmak için bacaklarımdan tutuyorlar; bacaklarım kalkıyor, başımdan da tutamıyorlar. Anlıyorlar ki, mahsus yapıyorum, vazgeçiyorlardı. Biraz üzerim çamur oluyordu, ama bu taktikten sonra bir daha kaldırmaya çalışmadılar."* * *Herkesin yükselmek için birbirinin omzuna bastığı siyaset dünyasında eşitlik uğruna çamura bulanmaktan yüksünmeyen bir ışıktı Erdal İnönü... Sönmesi, zaten
Ada Savaşa ve günaha dair bir film bu; sınıf ayrımcılığına, vicdan azabına, iflah olmaz tutkulara dair..."İyiliğin son eylemi"ne dair...Harikulade lezzetinin ötesinde, filmin bende bıraktığı en derin iz, bu sonuncusu oldu.Çünkü o eylemde, hayatın eksik bıraktığını yazı tamamlıyordu.Bir kitap, hakikate kulak asmayıp kendi tarihini yazıyor, kaderin açığını kapatıyordu.Edebiyat, yaşamla hesaplaşıyordu. Yazar, günahının kefaretini romanıyla ödüyordu.* * *Yazarın, yazmayı yaşamaya tercih etmesi, yazı için hayattan vazgeçmesi bundan mıdır ki?Ya da okurun, sokağın çağrısına omuz silkip büzüştüğü koltukta yazıya sığınması, yaşamdan alamadığı tadı kitapta araması?..Kitabın, insanın diyemediğini demesinden mi? Hiçbir aşkın yazıdakine benzememesinden mi?Edebiyatın hislerimize tercümanlık etmesinden mi?Kalemin, dilin düğümünü çözmesinden mi?Hepsi belki...Yazı, gidemediğimiz yerlerdir; ıskaladığımız davetler, kazanamadığımız harpler, fethedemediğimiz kalpler...Gün gelir, tarihi tashih eder yazı; avucumuzdan uçmuş fırsatları iade eder, günahların kefaretini öder.Ve okur, beklentisince pay alır o kefaretten; ...kâh tutkusunu kızıştırır, kâh öfkesini yatıştırır satırlara tutunarak...* * *Tüyap
Ada Gazi bu sözü, 14 Ekim 1925'te İzmir Kız Öğretmen Okulu'nu ziyareti sırasında söylemiştir."Sultanlık korku ve tehdide dayalı bir idaredir. Oysa cumhuriyet fazilettir."Atatürk'e cumhuriyet ile fazilet arasında bir bağ bulunduğu konusunda ilham veren, Montesquieu'dür.Kemal Paşa, 1923'te cumhuriyet ve yeni anayasa hazırlıkları sırasında okuduğu İsmail Hakkı Babanzade'nin kitabı "Hukuk-i Esasiyye" ("Anayasa Hukuku") kitabında, bu Fransız düşünürün görüşleriyle karşılaşmış ve ilgilenmişti. (Bkz: Gürbüz Tüfekçi, "Atatürk'ün Okuduğu Kitaplar", T. İş Bankası Yayınları, 1983)Kitabın 115. sayfasında şöyle yazıyordu: "Montesquieu'nün hükümet şekillerine ilişkin olarak ortaya koyduğu kural şudur:Kavimler başlangıçta bir tek kişinin gücüne bağlıydılar, ki buna 'despotizm' denir.Daha sonraları ise yalnız kendi yaptıkları yasaya uyarlar, ki buna 'cumhuriyet' denir."Gazi, bu cümlelerin yanını işaretledikten 119. sayfada rastladığı bir cümlenin altını çizmiş ve yanına çarpı konmuştur. O cümle şudur:"Cumhuriyet ve demokrasileri yaşatan genel kural, siyasal fazilettir."Halen Çankaya Köşkü kütüphanesinde 620 kayıt numarasıyla korunan bu kitabın, Atatürk'ün düşünce dünyasında olduğu kadar,
Ada "Siz niye bayrak asmadınız?" diye sormuş, çatık kaşlar ve sert bir tonlamayla..."Hay Allah... unutulmuş... asarız" diye bir şeyler mırıldanmış arkadaşım...İçerden "Mecburiyet mi var?" diye diklenen biri hemen susturulmuş.Bir bayrak buluşturup asılmış cama, acele ve endişeyle..."Mahalle baskısı" mı demiştiniz?Alın, bu da bayraklısı!..***Kışlaların tel örgüleri ardından yükselen tabelalarda şu cümle yazılıdır:"Ülkesini en çok seven, işini en iyi yapandır."Milliyetçilik yarışının hızlandığı günümüzde hatırlanması gereken, sade, ama anlamlı bir kıstas bu...Ülkenin her yanında al bayraklar havalanıyor, "Kahrolsun"lar ve "Yaşasın"lar haykırılıyor.Kim daha büyük bir bayrağı daha yükseğe çekerse, kim daha üst perdeden lanet yağdırabilirse, vatanı sevme yarışında ipi onun göğüslediği varsayılıyor.Milli Takım futbolcuları maç öncesi esas duruşta göğüslerini kabartıp İstiklal Marşı okurken kararlı bakışlarla asker selamı çakıyorlar.Sonra grubun en zayıf takımıyla maça çıkıp çok kötü oynuyor ve berabere kalıyorlar.Bir sonraki maça Mehter Marşı eşliğinde ve yine bayrakla çıkıyor millilerimiz...Sonuç?1-0 yeniğiz...***Oysa bayrak, zafiyetleri kamufle etme amacıyla kullanılmamalı...Aczimiz,
Ada Telefondaki ses, Dağlıca saldırısında "kaybolan" askerleri gördüğünü söylüyordu."Biri ayağından yaralı, diğerlerinin sağlık durumu iyi; aileleri merak etmesin" diyordu.Askerleri "kaybeden"lerle görüştüklerini, görüşmede Amerikalı yetkililerin de bulunduğunu ve onları 3-4 gün içinde "hiçbir karşılık beklemeden" bırakmaya razı ettiklerini anlatıyordu.Türkiye ile ilişkilerin düzelmesi için çabaladıklarını belirtiyordu.Konuşan, 90'lı yıllarda yaşanan benzer bir kaçırma olayında da devreye girip, askerlerin ailelerine teslimini sağlayan isimdi.O yüzden söyledikleri önemliydi. Yine de teyide muhtaç bilgilerdi.Teyit etmeye çalışırken hükümetin yasak kararı geldi.* * *Kararda, "halkın moral değerlerini (herhalde 'moralini' denmek isteniyor. 'Moral değer', 'ahlak' anlamında kullanılır) olumsuz etkileyen, güvenlik güçlerine dönük zaaf imajı yayan" yayınlar yasaklanıyordu. Bazı askerlerin "kaybolmuş" olması, halkın moralini bozabilirdi.Bir "zaaf imajı" da yaratabilirdi.O yüzden hükümet, ancak sıkıyönetim dönemlerinde görülen genişlikte bir sansür koydu.Sonuç ne oldu?Bütün zamanların en yüksek tirajlı yayın organı sayılan ve böyle dönemlerde satışı katlanan Fısıltı Gazetesi devreye girdi.