Ada Hava ılık, su serin...Ayrılmaya karar vermiş, ama vedalaşmaya gönlü elvermeyen çiftler vardır ya; denizle yaz onlar gibi; soğuklar ama kopamıyorlar birbirlerinden...Sahilde yaz sonu tenhalığını bir bizim seslerimiz bozuyor, bir de karşı tepeleri bekleyen devasa bayraklar...Hem tepelerin zirvesine, hem her bir tesisin bahçesine dikilmişler.Daimi Çeşme rüzgârıyla gün boyu, direklerinden kopmak istercesine heyecanla dalgalanıyorlar.Havada bayraktan yapılma bir bayram, bir seferberlik havası var.İzmir'de asansörlü bayrak direkleri sektör oluşturmuş, siparişe yetişilemiyormuş; talep o kadar büyük yani..* * *Gemimiz Çeşme limanına yanaştığında cep telefonlarımıza Yunanistan telefon şebekesinin "Hoş geldiniz" mesajları düştü.Sonra geldiğimiz kentleri aramak için telefon numarasının başına uluslararası kodları eklememiz gerekti.Olsun; her tepede bayraklar vardı ve biz kendi topraklarımızda olduğumuzu biliyorduk.* * *Paparazzi Beach'e geldik; buranın "gündüz beach, gece club" olduğunu öğrendik.Sezon bittiği için diğer "beach"ler, "Solemare beach" ve "Grenada beach" kapalıydı. "Shayna"ın, "Sunset"in methini duyduk.Türkçenin gözden düştüğü topraklarda, çağlardaydık.Olsun; bayrağımız öyle
Ada Ünlü yazar bir konuşma metninin kenarında şu notu düşmüş:"Burada fikirler zayıf... Sesini yükselt!"Ses, çoğu kez zayıf fikirlerin kaldıracıdır.Sesini yükselten, desibel hesabıyla haklı çıkacağını sanır.Yanılır.* * *Basın toplantısının başında yüzü gülen Başbakan, anayasa soruları başlayınca birden geriliyor. Ses tonu değişiyor. Tek omzu düşüyor. Bakışları, sözleri sertleşiyor:"Herkes yerini bilecek" diyor.Uyarının hedefi üniversite rektörleri...Ne yapmışlar?Anayasa tasarısıyla ilgili görüş bildirmişler.Bir kısmı hukukçu... Ayrıca anayasanın getirdiği düzenlemede taraflar. Olmasalar bile bu ülkenin bilim insanları olarak elbette görüş bildirecekler.Bundan doğal ne olabilir?* * *Tartışmanın sınırlarını daraltan, mutabakatı zorlaştıran, otoriter bir üslup bu...Yukarıdan bakan, mütehakkim bir ebeveyn dili...Gündelik hayattan aşina olduğumuz bir tavır...Yaşam yolculuğu boyunca sırasıyla babanın evladına, hocanın müridine, öğretmenin öğrencisine, komutanın askerine, patronun işçisine, amirin memuruna, genel başkanın üyesine karşı kullanageldiği bir hiyerarşi hatırlatması...Bir "Haddini bil" baskısı...* * *Neyse ki Türkiye herkesin yerini bildiği bir ülke değil.Öyle olsa, imam hatip
Ada Orta 2 öğrencisi, din dersinde öğretmene soruyor:"'Dinde zorlama yoktur' diyorsunuz, ama bu dersi zorunlu veriyorsunuz. Ters değil mi?"Öğretmen öfkeleniyor: "Yan sınıftaki Hıristiyan çocuk bile itiraz etmiyor. Anarşist misin sen?"* * *Burası başkent... Bir de Anadolu'nun ücra köşelerinde din dersinin kimlerce, nasıl okutulduğunu düşünün.Evet, zorunlu din dersleri sorunlu...Cumhuriyet kurulduğunda ilkokulda haftada 2 saat "Kur'an-ı Kerim ve Din" dersi vardı. 1930'a kadar 5. sınıflarda haftada yarım saat seçmeliye inmişti. Sonra o da kaldırıldı. 1935-1948 arası okullarda hiç din dersi yoktu. 1948'de 4. ve 5. sınıflara yeniden seçmeli din dersi kondu. (Bkz: "İsmet İnönü: Din ve Laiklik", Semih Kalkanoğlu, Tekin,1991) Niye?Seçimler yaklaşıyordu. CHP dinsizlikle suçlanıyordu. Seçmene şirin görünmek gerekiyordu. O yılbaşı CHP'li Nihat Erim yurt gezisine çıkmış, gericiliğin alıp yürüdüğünü İnönü'ye rapor etmişti.Rapordan hemen sonra Nurcular operasyonu yapıldı. Said Nursi tutuklandı. Bir hafta sonra Erim, günlüğüne şu notu düştü:"Akşam üzeri İnönü çağırdı. İzlenimlerimi çok dikkat çekici bulduğunu söyledi. 3 tedbir düşünüyor: 1- İlahiyat fakültesi açmak, 2- İmam ve hatip mektepleri
Ada Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Sekreteri Turan Eser'le, Fransa Alevi Birlikleri Federasyonu'nun Metz kentinde düzenlediği bir toplantıya davetliyiz.Konu; kanayan yaramız:"Türkiye'de demokratikleşme..."Gözü, kulağı, yüreği Türkiye'de bir göçmen topluluğu merakla, istekle, kaygıyla soruyor:"Türkiye'de ne oluyor?"Anlatmaya çalışıyoruz. Dinliyor, yeniden soruyorlar:"Neden CHP bu halde? Sol neden ezildi? Daha ne kadar kızarak, küfrederek oy vereceğiz?"Israrlı sorular, ayrıntılara dalıyor: "CHP toparlanır mı? Sarıgül başarır mı? Siyasi İslama da, askeri darbeye de uzak duracak bir üçüncü seçenek doğar mı?"* * *Tartışma söyleşiden geceye sarkıyor; sofralara yayılıyor.Sorular, beklentiler, öneriler sohbete karışıyor:"Siyaset boşluk kaldırmaz" diyor deneyimli bir göçmen; "Nekahat dönemi bitmedi mi daha?.. Şimdi değilse ne zaman?"Türkiye'de imkânsız görülen birliktelikler, dışarıdan bakınca sadeleşiyor; imkân dahiline giriyor.Sohbet koyulaşınca ceplerden kâğıt kalemler çıkarılıp isimler karalanıyor; umudun listeleri oluşturuluyor:"Altan Öymen'le Ufuk Uras, solla sosyal demokrasiyi buluşturamazlar mı? CHP'nin, DSP'nin dışlanmış kadroları için cazibe merkezi olamazlar mı? SHP'yi, ÖDP'yi,
Ada Dillerindeki slogan neydi hatırlıyor musunuz:"Hepimiz Türküz!"* * *Bu, bir duyarlılık sloganıdır.Bu, "Size yapılan haksızlığa inat, biz de sizdeniz" demenin, acıyı paylaştığını ilan etmenin en yalın, en manalı yoludur.Şimdi Alman faşistlerinin bu jeste karşılık bir şarkı yazıp "Plan yapmayın plan / gitmez Alamanya'da / kahpelik yalan dolan / tutmaz Alamanya'da" dediğini düşünün.Aynı şarkıda Türk evlerini kalleşçe ateşe verenlere övgüler düzülsün, "Hans'larla, Patric'ler / bitmez Alamanya'da" diye tehdit savrulsun.Şarkının klibinde de "Bırakın ezan okumayı / Türkçülük taslamayı / Millet böyle dolmayı / yutmaz Alamanya'da" denilsin ve "Hepimiz Türküz" diye yürüyen Almanlar hedef gösterilsin. Alman makamları bu şarkıyla suça övgü düzen ırkçıların derhal yakasına yapışırdı.Ya Almanya'daki Türk toplumu ne hissederdi; düşünsenize...* * *Prof. Oran ve Prof. Kaboğlu'nun devletin isteğiyle hazırladığı Azınlık Hakları Raporu'nu "halkı kin ve düşmanlığa tahrik edici" bulan, orada yazılanlarda "yakın ve açık tehlike" kokusu alan yargının bu türkü karşısında ne yapacağını merakla bekliyoruz.Dava açılır, kaset toplatılır, klip yasaklanırsa, Dink cinayetini savunanların tepki sloganını
Ada Yurttaşın gözüne girmeye çalışan yerel belediyeler, parti örgütleri, yardım kuruluşları bedava iftar yemeği için yarışıyorlar.Hiç kuşkusuz övgüye değer bir yardımlaşma geleneği bu... Komşusu açken tok yatanı kendinden saymayan bir kültürün asırlık dayanışma biçimi...Yürek ferahlatan, biraz da vicdan azabından kurtaran bir âdet....* * *Ancak günümüzde asıl amacından sapıyor.Gösteri çağı, iftar çadırlarını da birer şov merkezi haline soktu. Çadırı dikenin, yardımı yapanın, yemeği verenin, sofrayı kuranın adının uluorta ifşa edildiği iftar yemekleri...Birer parti hediyesi şekline bürünen yardım kolileri...Sevap işleyenle yardımı alan arasında kalması esas olan yardımlaşma seanslarına kameraman ordusuyla gelen ünlüler...Ramazanı, bir halkla ilişkiler kampanyasına dönüştüren bu tavır yardım alanı ezdiği gibi, dayanışma geleneğini de zedeliyor.* * *Gerçi ülkede yaygınlaşan yoksulluğa, ağırlaşan geçim sıkıntısına, açlık sınırında yaşayan aile sayısındaki artışa bakıldığında, "bu ayrıntılar"ı dert etmek, birçoklarına lüks gibi görünüyor.Toplu bir para uğruna, medya tuzaklarında ekran önünde çoluk çocuk yarıştırılmaya bile razı olanlar için, üzerinde falanca partinin damgası bulunan
Ada 78'liler Girişimi öncülüğünde oluşturulan heyette odalar, dernekler, partiler, enstitüler var.12 Eylül'de Diyarbakır cezaevinde neler yaşandığını araştıracaklar.New York için "11 Eylül Komisyonu" ne ise, Diyarbakır için "12 Eylül Komisyonu" odur.Hem yaşanan vahşeti sergileyebilir; hem bir daha yaşanmasını önleyebilir.* * *2 Nisan 1984'te Genelkurmay Başkanlığı, Diyarbakır Cezaevi'nde 12 Eylül'den o güne kadar 53 kişinin öldüğünü açıkladı.14'ü kendini asmıştı.23'ü çeşitli hastalıklardan ölmüştü.7'si ölüm orucunda can vermişti.7'si ise işkencede öldürülmüştü.Peki, devletin kontrolü altındaki bir cezaevinde, 3 yıl içinde 53 kişinin ölmesiyle ilgili bir soruşturma yapıldı mı?Görevliler sorgulandı mı?Sorumlular hakkında kamu davası açıldı mı?Sonucu ne oldu?78'liler Vakfı, "Bilgi Edinme Yasası"na dayanarak bu sorulara cevap istiyor.* * *Ortada belge, bilgi, açıklama yok; iddianame de bulunmuyor.Ama ölenler adına yazılmış, iddianame sayılabilecek bir kitabı geçen gece okudum ben...Bayram Bozyel'in "Diyarbakır 5 Nolu" kitabı (Deng, 2007) bir vahşet romanı adeta...Nazi kamplarını andıran sahnelerle dolu bir roman...Yazılanların binde biri bile doğruysa, sadece dönemin sorumlularının
Ada Sesi iyi geliyordu telefonda...Amerika'da yeniden tedaviye başlamıştı. Birkaç gün önce de hastaneden eve taşınmıştı. Temkinli konuştu:"Tabii zor bir iş. Tedavi uzun sürüyor. Daha birkaç ay buradayız" dedi.Acil şifalar diledim.Telefonda vedalaşırken onun eksikliğini ne kadar çok hissettiğimizi fark ettim.* * *Küçücük bir örnek vereceğim:İnönü, 25 yıl önce SODEP'i kurduğunda ben muhabir olarak onu izliyordum.Kuruluş başvurusunu yaptıktan sonra Anıtkabir'e gitmişlerdi.İnönü, Ata'nın huzurunda saygı duruşunda bulunduktan sonra özel defteri imzaladı. Orada yazdıkları beni şaşırtmıştı.Bir defa "Aziz Atatürk", "Sevgili Atam" gibi, ona doğrudan hitap eden bir giriş yapmamıştı."Cumhuriyetimizin kurucusu, eşsiz kahraman Atatürk'ün manevi huzurunda saygıyla eğildik" gibi bir saptama cümlesi yazmıştı.Devrimlere sarsılmaz bağlılığını vurgularken, "Türkiye Cumhuriyeti'ni ve demokrasisini sonsuza kadar yaşatma azmini" dile getirmişti.Yıllar sonra sormuştum; "O gün neden yazısına herkes gibi Atatürk'e hitapla başlamadığını..."Ondan beklenebilecek bir yanıt vermişti:"'Atam' yahut 'Büyük Atam' diye bir hitap, benim tuhafıma gidiyor. Atatürk hayatta değil, dolayısıyla 'Ben seni kabul etmiyorum