<#comment>#comment>Diyelim yurtdışındasınız. Siyasetten de hiç anlamazsınız.
Elinize yeni kabinenin listesi geçiyor.
Görevi devreden bakanlar kurulunun listesiyle kıyaslıyorsunuz.
Giden ve gelen bakanların sadece isimlerine bakarak Türkiye’de kimlerin iktidardan devrilip kimlerin iktidar olduğunu sezmeniz mümkün.
Deneyelim mi?
***
Hele "ikinci adam", "birinci"den "sahne çalmış"sa, yani boynuz kulağı geçmişse iş, çoğunlukla karakolda son bulmuştur.***Atatürk - İnönü ilişkisi bunun ilk örneğidir.Gazi Köşke çıkınca Başbakanlığı İnönüye "emanet" etmiş, lakin elini onun üzerinden hiç eksik etmemiştir.İsmet Paşa uzun yıllar, kendi güvencesi saydığı bu eli, zamanla otoritesini kısıtlayan bir engel olarak görmeye başlamıştır.Mesela 1937de Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, İnönünün "İmzalama" dediği bir anlaşmayı, "lider" Atatürkün talimatıyla imzalamıştır.Bakanlar, Başbakandan habersiz Çankayada fırçalanmıştır.Benzer müdahaleler sıklaşınca İnönü tepkisini "Sofradan emirler alıyoruz" diyerek göstermiş ve işine son verilmiştir.***Bayar - Menderes ilişkisinde de benzer sancılara rastlanır.1950de Fuat Köprülünün başbakan olması beklenirken Cumhurbaşkanı Bayar, Adnan Menderese "Başvekilim siz olacaksınız" demiş, ola ki, ona daha kolay söz geçirebileceğini düşünmüştür. Lakin yıllarca uyumlu süren bu birliktelik zamanla çözülmüştür. Bayar, 27 Mayısa yaklaşılırken hükümetin olayların üzerine kararlılıkla gitmediğini hissedince ipleri bizzat ele almak istemiş, ancak geç kalmıştır.Yakın tarihte benzer sahnelere Özal -
<#comment>#comment>Türkiye siyasetinde, davul birinin omzundayken, tokmağı başkasının vurduğu formüller genellikle sorunlu olmuştur.
Hele "ikinci adam", "birinci"den "sahne çalmışösa, yani boynuz kulağı geçmişse iş, çoğunlukla karakolda son bulmuştur.
***
Atatürk - İnönü ilişkisi bunun ilk örneğidir.
Gazi Köşk’e çıkınca Başbakanlığı İnönü’ye "emanet" etmiş, lakin elini onun üzerinden hiç eksik etmemiştir.
İsmet Paşa uzun yıllar, kendi güvencesi saydığı bu eli, zamanla otoritesini kısıtlayan bir engel olarak görmeye başlamıştır.
3 çocuğun da bu topraklarda okuyup yetişmesini istiyorlardı.Oğullarından birini Ankaranın, Fransızca eğitim veren, en iyi okuluna yerleştirmişlerdi. Ancak bir süre sonra şikayetler başladı.Çocuk, "Fazilet Partilinin oğlu" diye dışlanıyor, aşağılanıyordu.Babası, okul yönetimiyle görüştüyse de sonuç alamamıştı.Sonunda çocuğun kaydını İstanbulda başka bir okula naklettiler.Parlamenter olarak katıldığı bir Avrupa gezisi dönüşü bu öyküyü bana anlatan Abdullah Gül, "Oğlumun ne günahı var" diye yakınmıştı.***Bir başka sahne:Hayrunnisa Hanım, üniversitede öğrenciydi. Mezuniyet için sınava girmesi gerekiyordu; sınava girebilmesi için ise başörtüsünü çıkarması...Çıkarmadı. Okula da alınmadı.Bunu protesto için gösteri yapanlara katıldı.O günlerde Fazilet Partili milletvekili olan eşi Abdullah Gül eyleme desteğe geldi. Kapıya kadar birlikte gittiler, ama yine de okula giremediler ve Hayrunnisa Hanım üniversiteyi bırakmak zorunda kaldı.Bugün annesinin kaderini kızları Kübra paylaşıyor.Başını açmadan eğitimini sürdürebilmek için yöntemler arıyor.***Nicedir binlerce ailenin sorunu olan konu, ülkenin bir numaralı koltuğuna oturan adamın, eşinin ve çocuklarının da sorunu bugün...Dün "Gülün oğlu"
<#comment>#comment>Eşiyle birlikte karar vermişlerdi: Çocuklarını okutmak için dışarı göndermeyeceklerdi.
3 çocuğun da bu topraklarda okuyup yetişmesini istiyorlardı.
Oğullarından birini Ankara’nın, Fransızca eğitim veren, en iyi okuluna yerleştirmişlerdi.
Ancak bir süre sonra şikayetler başladı.
Çocuk, "Fazilet Partili’nin oğlu" diye dışlanıyor, aşağılanıyordu.
Babası, okul yönetimiyle görüştüyse de sonuç alamamıştı.
Çok zor koşullarda, zar zor büyüttü oğlunu...Yemedi ona yedirdi, giymedi onu giydirdi.En büyük ideali yavrusunun kendi ayakları üzerinde durabildiği günleri görüp Avrupaya yerleşmekti.Orada iyi para kazanacak, bundan böyle adam gibi yaşayacaktı.***Zamanla oğlan büyüyüp serpildi, bağımsızlığını ilan etti.Ancak bir arkadaşıyla ayrı evde oturduğu halde, kendi harçlığını çıkaramıyor, hala babasının eline bakıyordu.Üstelik ev arkadaşıyla da kavgalıydı.Baba yine de her eziyete katlanıyor, dişinden tırnağından artırdığını oğluna aktarıyordu. Ne de olsa o, kendi kanından, kendi soyundandı.Bir yaz günü, oğlanın evinde büyük bir kavga koptu. Evladının dövüldüğünü duyan baba sopayı kapıp evi bastı; öfkeyle oğlunun ev arkadaşının kafasını yardı.Tabii bütün mahalle ayağa kalktı. Herkes babayı suçladı.Adı "belalı"ya çıkmıştı.***Yıllar geçti... Baba bir daha dayak yemesin diye, oğlunun yanından hiç ayrılmadı; ona aş, para, silah verdi, yanına adam koydu.Artık yavrusunun güvencede olduğunu düşünüyor, kendi düşlerinin peşine düşme vaktinin geldiğine inanıyordu.Yeni bir hayata kanatlanmak üzere vize kuyruğuna girdi.Ancak "Sen giremezsin" dediler, "Haneye tecavüz etmişsin"."Ama oğlumu dövüyorlardı"
<#comment>#comment>Yoksuldu baba...
Çok zor koşullarda, zar zor büyüttü oğlunu...
Yemedi ona yedirdi, giymedi onu giydirdi.
En büyük ideali yavrusunun kendi ayakları üzerinde durabildiği günleri görüp Avrupa’ya yerleşmekti.
Orada iyi para kazanacak, bundan böyle adam gibi yaşayacaktı.
***
Dün Cimbomlulara ait bir internet forumunda "Acilen Yunan bayrağı gönderin" çağrısı vardı.***Her ne kadar Fener - GS rekabeti bu iki takımın tarihi kadar eskiyse de, bilebildiğim kadarıyla şimdiye kadar takım histerisi, milli hislerin hiç bu kadar önüne geçmemişti."Ezeli rakip"ten ne kadar nefret edilirse edilsin, "ebedi düşman"a karşı oynuyorsa hiç olmazsa sessiz kalınırdı. Hele milliyetçi hissiyatın en çok yükseldiği Yunan maçlarında Türk seyircisinin mavi - beyazlı renklere alkış tutması akla bile gelmezdi.Kırmızı - beyaz bayrak, her daim takım sancağının önünde yürürdü.Son zamanlarda bu tavrın değiştiğini görüyoruz.Özellikle Fenerbahçe - Panathinaikos maçı açıkça gösterdi ki, "Rakibimin rakibi, müttefikimdir" ilkesi, bu müttefik bir Yunan takımı dahi olsa, geçerli...O kadar ki, çoğu Galatasaraylı, Şükrü Saracoğlu Stadında Fenerliler arasında oturmaktansa Atinada Panathinaikoslular arasında olmayı tercih eder durumda...***Son 10 yılda zuhur eden bu gelişmenin içten içe yaşanan bir değişimi dışa vurduğuna inanıyorum.Küreselleşme rüzgarı, ulus - devletin altını oyuyor.Yıllar yılı bütün toplumsal farklılıkların üstünü örten milli kimlikler örseleniyor.Aşınmış ulusal semboller,