Taksim’de son 1 Mayıs kutlandığında yıl 1979’du. Sıkıyönetim, açık hava toplantılarını yasaklamıştı.
DİSK “100 bin kişi hapse girse de Taksim’de olacağız” dedi.
İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Org. Üruğ “emir dinlemeyenlere ateş açılacağını” açıkladı.
Sonuçta 1 Mayıs’tan önce DİSK yöneticileri, 1 Mayıs’ta da meydana yürüyen TİP lideri Behice Boran’la 300 partili gözaltına alındı. Direniş kırıldı.
1979 baharıydı.
Darbe, göstere göstere geliyordu.
* * *
Gelen mesajlarda bir panik havası var: Siirt’teki olaylara tepki gösterenler “Ne oldu bize?” diye feveran edip soruyor:
“Neden böyle olduk?”
Çoğunluk medyayı suçluyor.
Hükümeti suçlayanlar da var.
Bu kadar “namusuna düşkün” bir toplumun, bunca “namus düşkünü” hale gelmesine suçlu aranıyor.
* * *
Bir “Yahşi Batı” öyküsü anlatayım:
“Çocuk gibi masum” ifadesini birçok yazıda kullanmışımdır. Artık kullanmayacağım.
“Efsane”, dün Siirt’ten gelen haberle sona erdi benim için...
Oysa biliyordum ki, bir toplumdaki masumiyet ortalaması neyse, çocukların payına da o kadarı düşer ancak...
* * *
Mardin ve Siirt’ten gelen haberlere bakın:
Dün Bilge Köyü katliamı davasında mahkûm olanlar arasında 14 yaşındaki bir çocuk da var.
Bir düğün evinde, hem de namaz kılmakta olan insanların üzerine ölüm yağdıranlardan biri o...
Şemdin Sakık, ocakta Diyarbakır E Tipi Cezaevi’nde yaptığımız söyleşiden beri bana kapsamlı, uzun mektuplar yolluyordu.
Son yolladığı mektup 2 hafta önce elime geçti.
Dağ ile koğuş hayatı arasındaki farkı anlatıyordu.
Dağda çatışma günlerinde “Ah şu gece karanlığı çabuk çökse de kurtulsak” derlermiş.
“Şimdi her daim ışıklı koğuşta ise gecelere hasretim” diyordu.
Karanlığın tadını çıkarabilmek için sık sık lambaları söndürüp pencerelere kalın perdeler çekiyormuş.
Bu alışkanlığın, hayatını kurtardığını bilmiyordu bunu yazdığında...
Arkadaşımız Mustafa Balbay, bir yılı aşan tutukluluk süresine ilaveten “ilk müebbet cezasını aldığını” açıkladı geçen hafta...
Artık Cumhuriyet’in Ankara Temsilcisi değildi. Cumhuriyet’in bu tasarrufu, birçok yazarı arasında da rahatsızlık yarattı.
Karara isyan edenlerden biri de Prof. Mümtaz Soysal’dı. Balçiçek Pamir’e “Balbay’a bunun yapılmaması gerekirdi” dedi ve ekledi: “Bu arkadaşımız bilinen nedenlerle cezaevinde... Yerine bir vekil tayin edilirdi. Belki daha şerefli bir görüntü yaratılabilirdi.”
Mümtaz Hoca’yı dinlerken, belleğinden sökülüp gelen iç sesine kulak veriyordum.
Balbay’ın yaşadıklarıyla
40 yıl önce kendi yaşadıkları arasında bir bağ kurduğunu hissettim.
“Daha şerefli bir veda...” Bu, Mümtaz Hoca’nın da bir dönem arzuladığı ama en yakınlarının kendisinden esirgediği talepti.
Yine bir 23 Nisan sevincinin üstüne geldi 24 Nisan gerilimi... “Güçlü Türkiye”, yine ABD Başkanı’nın ağzına bakacak bugün; “O lafı dedi mi, demedi mi” diye...
“Acep bu hangi parlamento bizi ‘soykırım suçlusu’ ilan edecek’ diye kaygılanacak; küsecek dünyaya; içine kapanacak.
Ermenistan protokollerinin kaderi gösterdi ki, dış baskıyla, siyasi taktikle, ipotekli diplomasiyle sorundan çıkış yok.
İnsani çabalara ihtiyaç var; mahkemede çözülemeyip bir fincan kahvede eriyen komşu kavgaları gibi...
Ege’deki gerginliğin deprem dayanışmasıyla yatışması gibi...
Bugün İstanbul’da bir grup vicdan sahibinin yapacağı anma etkinliği gibi...
Birbirimizin dilinden anlamaya ihtiyacımız var.
90 yıldır Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığı arşivinde duran sararmış bir yaprak...
Üzerinde “Tamim” yazıyor.
Altında “Mustafa Kemal” imzası var.
Bu, Kemal Paşa’nın 21 Nisan günü, “Temsilciler Kurulu adına” vilayetlere yolladığı tamim...
Belgenin altında telgrafı alıp çözenlerin imzaları var.
2 gün sonra toplanacak yeni Meclis için olağanüstü koşullarda yapılmış bir çağrı bu...
Kurtuluş Savaşı’nı ateşleyecek bir ”toplan” borusu...
Siirt meydanına perde gerip ahaliye “Körlük” filmini izletmeli... Ya da Portekizli yazar Saramago’nun filme alınan kitabı okutulmalı...
Romanda isimsiz bir şehirde sebepsiz bir körlük yayılır. İlk kör olanlar eski bir hastanede karantinaya alınır. Körlük yayıldıkça karantina kalabalıklaşır. Aralarında bir tek doktorun karısı, bu illete yakalanmamıştır. O, her şeyi görür:
Açlığın büyümesini...
Yokluğun mafyayı doğurmasını...
Körlüğün eşitlediği insanlar arasında, o şartlarda bile derhal hiyerarşi oluşmasını...
Karantinanın, dışarıdaki eşitsiz dünyanın vahşileşmiş bir modeli haline dönüşmesini...
Devlet kontrolü altında, güçlünün ayakta kaldığı bir talan düzeninin kurulmasını...