Bizimle oynamayın!

23 Ocak 2010

Biz çocukken bir araya geldiğimizde kurşun askerleri çarpıştırıp savaş oyunu oynardık.
Şimdi öğreniyoruz ki askerler de bir araya geldiklerinde sivilleri çarpıştırıp savaş oyunu oynarmış.
Taraf’ta yayımlanan “Balyoz Harekât Planı”nın bir “savaş oyunu” olduğu söyleniyor.
İçeriğini okuyunca dehşete kapılıp şunu diyebiliyoruz:
“Lütfen bizimle oynamayın!”
* * *
“Darbenin başbakan adayı” olarak adı ortaya atılan Rifat Hisarcıklıoğlu’nun “darbecilerin yanında olmam” açıklaması, bana yıllar önce rahmetli Ecevit’ten dinlediğim bir savaş oyununu hatırlattı.

Yazının Devamı

Çare yeniden Hamidiye Alayları

21 Ocak 2010

“Kürtlerde silah namustur, vermezler” diyen Şemdin Sakık, şöyle diyor: “Bakın Kürt tarihinde var Mir Alayları var, Hamidiye Alayları var, bugün de 90 bin kişilik Kürtlerden oluşan bir koruyucu ordusu var Bırakalım bunlar eğer istiyorsa anlaşalım, 1000 kişilik veya 7000 kişilik ordunun bir askeri gücü olsun. Türk ordusuna bağlansın, sınır muhafızlığı yapsın...”

Şimdi PKK’nın silahsızlandırılmasından söz ediliyor ve bu konuda IRA’dan, ETA’dan örnek veriliyor. Ne PKK, IRA’dır ne Türkiye İngiltere’dir, ne Kürtler İrlanda halkıdır. Bunlar çok farklı gelenekler, kültürler... Batı, silahı namus olmaktan, hatta savaş aracı olmaktan çıkarmış. Artık ekonomiyle, diplomasiyle, bilgiyle, teknolojiyle savaşıyor.
Biz Doğuyuz. Doğu halklarının kültüründe halen silah hem savaş aracıdır, hem namustur.
Ben mesela şehre bir grup gönderirsem, “Eylem yapın, silahınızı da bir kanalizasyona atın, kaybolun” desem kabullenmezlerdi. Bir savaşçı silahını atmaz çünkü... Yaralı arkadaşını çatışma ortamında bırakabilir; bunu yaptığında örgütten ceza da almaz, ama silahını bıraktığında mutlaka ceza alırdı. Ben yıllar sonra bu anlayışı aştım, silahın bir araç olduğunu işledim, ama kabullendiremedim.

Kürtl

Yazının Devamı

‘Türklerle Kürtler Siyam ikizleri gibi’

20 Ocak 2010

‘Neden dağa çıktım?’
“Dağa çıkışımın birinci nedeni, ailemdeki sorunlardır. Babam üç evliydi. Büyük hanımının çocukları çoktu ve erkekti ve büyüktüler. Ailenin hâkimiyeti onların elindeydi. Babam küçük eşine düşkündü.
Biz Muş’un en zengin ailesinin, en yoksul çocukları olarak büyüdük.
Ben kışın babamın evine giderdim, orda okul okurdum, yazın annemin evine gelirdim. Bize mahzenin altında yer yapmış, bir kat yatak vermişlerdi, yastığımız samandandı. Bir yorgan altında 4 kişi yatardık.
Bütün kardeşlerim somyalarda yatardı, ben yerde yatardım.
Türkiye ile İsrail’in neden birbirine girdiklerini, kendi durumumla kıyaslayınca iyi anlıyorum. İşte küçük düşürme budur... Yani her şeyin en sonuna yetişeceksin.
Annemin, kız kardeşimin, bizim üstümüzde hiçbir zaman yeni elbise olmadı. Yeni bir ayakkabı giymedik.

Yazının Devamı

1993’te kansız bir darbe oldu

19 Ocak 2010

Şemdin Sakık, 1993’te Uğur Mumcu’nun öldürülmesiyle başlayıp Eşref Bitlis, Cem Ersever, Bahtiyar Aydın’ın öldürülmeleriyle süren ve Özal’ın ölümüyle bir iktidar değişikliğine yol açan sürecin aslında “barışçı çözüm isteyenlerin tasfiye edildiği, şiddetle çözümü savunanların başa geldiği kanlı bir darbe” olduğunu savunuyor. 33 erin katledilmesini de “Bu zincirin bir halkası” olarak yorumluyor. “33 er silahsız olarak örgütün önüne atıldı” diyor

Dile kolay; üst üste iki gece aynı yerde yatmadan, bazen ağaç kovuklarında bazen mağaralarda saklanıp sadece otlarla beslenerek, en yakınlarının ölümünü izleyerek, her an tetikte bekleyip yeri geldiğinde acımasızca öldürerek geçen 18 yıl...
Sonra bir kadına gönül vermiş...
“Silahın artık çare olmadığı”na inanmış...
Önce Barzani’ye sığınmış... sonra yakalanmış...
Her gece aynı yerde yatacağı hücre dönemi başlamış.
12 yıldır Diyarbakır Cezaevi’nin bir hücresinde yaşıyor Şemdin Sakık...

Yazının Devamı

Hepimiz Ağca’yız!

18 Ocak 2010

1 Şubat 1979 akşamı... Milliyet’in Genel Yayın Müdürü ve Başyazarı Abdi İpekçi, Ankara’da Başbakan Ecevit’le görüşmüş, İstanbul’a dönüyordu.
16.40 uçağında işadamı Sakıp Sabancı ile karşılaştı. Yan yana oturdular. Yol boyu ülkenin ve ekonominin durumu üzerine sohbet ettiler.
Bir ara Sabancı, “Milliyet satılıyormuş, öyle mi?” diye sordu.
“Aslı yok” diye geçiştirdi Abdi İpekçi...
“Yok, yok... Satılıyormuş” diye üsteledi Sabancı...
“Parası olan alır” diye kapattı İpekçi...
Bu konu, yüreğini burkuyordu.

Yazının Devamı

Şişme kadın bakire çıkmazsa...

17 Ocak 2010

1980’lerde Türkiye’de Güney Kore mucizesinden söz edilirdi hep... “Adamlar yapmış”tı.
Kore, batının ilimini, teknolojisini almış, ama geleneksel değerleriyle doğulu kalmayı başarmıştı.
Bu mucizevi formül, onları uçurmuştu.
Modelin arkasında işçiyi robotlaştırıp en küçük itirazı ezen bir diktatörlük olduğu söylenmezdi pek... Ekonomik rakamlar öyle büyüleyiciydi ki...
Bense “Güney Kore modeli” denince “Bakire şişme bebek” gibi bir şey düşünürdüm hep:
Batı teknolojisi... Yani şişme bebek...
Geleneksel değerler... Yani bekaret...

Yazının Devamı

“Çerkez” Türkçe isim değil mi?

16 Ocak 2010

“Mustafa” belgeselini Ankara yakınlarındaki Gökçehüyük köyünde çekmiştik.
Gölbaşı yakınlarında, ufka uzanan bozkırda kurulu, güzel bir köydü.
Gökçehüyüklüler, Mustafa Kemal’in Ankara’da karşılanması sahnesinde de gönüllü rol almışlardı.
Onlara bir gönül borcum vardı; ödeyebilmem için bir fırsat doğdu. Çünkü bir dertlerini paylaştılar benimle:
Değiştirilen isimlerini geri istiyorlar.
* * *
Gökçehüyüklülerin Çerkez dedeleri Rusya Federasyonu içindeki Adıge Cumhuriyeti’nden 19. yüzyılın sonlarında Türkiye’ye göç etmişler.

Yazının Devamı

Türkiye kendine yakışanı yaptı

14 Ocak 2010

Bence son krizde Türkiye koltuk yükseltti. Suçluların telaşı içindeki İsrail karşısında vakur ve akılcı davrandı.
Hızla gelişen krizi oldukça iyi yönetti ve sonuç aldı. İstediği özrü diletti.
* * *
- Büyükelçi Oğuz Çelikkol’un biraz da İbranice bilmemesi nedeniyle veremediği tepkiyi Dışişleri, acilen ve gereken dozda verdi.
- Başbakan, bu kez “fırsat bu fırsat” deyip sazı eline almadı, Dışişleri’nin açıklamasından bağımsız davranmadı; tersine, açıklamayı gördüğünü belirtip inisiyatifi doğru adrese, yani Hariciye’ye bıraktı.
- Çelikkol, suçlamalar tertibi kuranlardan şahsına yönelmeye başlayınca diplomatlarda görmeye alışkın olmadığımız bir refleksle çıkıp konuştu; 35 yıllık diplomat tecrübesiyle muhatabını suçlarken kendini ve ülkesini savundu.
- Derhal Ankara’ya Dışişleri’ne çağrılan İsrail’in Ankara Büyükelçisi’ne devlet geleneğine yaraşır şekilde davranıldı. “Siz bizimkinin elini bile sıkmamışsınız” diyerek tokadan, ikramdan kaçınılmadı; teamül neyse öyle davranıldı.

Yazının Devamı