Çalışan Gazeteciler Günü vesilesiyle itiraf edeyim ki, ben, meslek hayatımın pek az bölümünde muhabirlik yapabildim. Ama her daim iyi muhabirlerle tanışma, çalışma şansı buldum.
Kanaatim odur ki, her dönem, kendi muhabir önceliğini belirlemiştir.
Hatta gazetelerde hangi servisin gözde olduğuna bakıp ülkenin gidişatını anlamak mümkündür.
* * *
Mesleğe başladığım 70’lerin sonunda basının en itibarlı muhabirleri siyaseti izleyenlerdi.
Haber toplantılarında ilk gündemi sorulanlar, manşet atılırken zulası kurcalananlar parti, Meclis, Köşk muhabirleri idi.
Kısa süre muhabirlik yaptığım Hürriyet’ten örnek vereyim:
Yaşlı patronunun metresi olmuş güzel sekreter... Onun sinema yönetmeni sevgilisi...
Patronunun yatağından çıkıp sevgilisine gidişi...
Patronun bu ilişkiyi öğrenip adamı takip ettirişi...
Sevgililer öpüşürken üzerlerine araba sürülmesi...
Tam kavuştukları anda kızın ölmesi, yönetmenin kör olması...
* * *
Böyle anlatınca bir Yeşilçam melodramından söz ettiğim sanılabilir. Oysa bu, Perdo Almodovar’ın “en iyi senaryo” dalında Oscar aldığı son filmi “Kırık Kucaklaşmalar”ın konusu...
Yeşil bahçesi, çocuk parkı olmayan bu beton ormanı semtte ev fiyatları ve kiraları tavan yapmış durumda.
Önder Şenyapılı’nın “Ne Demek Ankara, Balgat Niye Balgat”
başlıklı bir kitabı var
Mülkiye’den öğretim üyesi arkadaşım Faruk Alpkaya anlattı:
Arada Kürt öğrencileriyle dertleşiyormuş. Son zamanlarda hemen hepsinin Türkler aleyhinde konuşmaya başladıklarını fark etmiş:
“Irkçı Türkler uzun süredir özellikle internet ortamında Kürtler aleyhine küfürlü yayınlar yapıyordu, ama Kürtler, Türkleri topyekûn karalayan bir şey yazmıyordu. 2005’te Genelkurmay’ın ‘sözde vatandaşlar’dan bahseden bildirisinden sonra onlar da ayrım gözetmeden Türkler hakkında yazmaya başladılar” diyor.
DTP’nin kapatılmasından sonra Kürtlerde bu eğilim artmış.
Geçenlerde bir öğrencisi okulu bırakacağını söylemiş. Gerekçesini de şöyle açıklamış:
“- Artık Türklerin arasında okuyup onların diplomasını almak istemiyorum. Memlekete dönüp ırgat olurum daha iyi...”
* * *
Hiç sevmezdim “...ama” bağlacıyla birbirine iliştirilen cümleler kurmayı...
O cümlelerin ilk bölümündeki kaide, ikinci bölümündeki istisnalarla bozulur çünkü...
82 Anayasası öyledir mesela...
1961 Anayasası’nın özgürlükçü ruhu, “ama” üstüne “ama” eklenerek kelepçelenmiştir.
Anayasa’da “Özel hayat gizlidir” mi deniliyor; hemen peşine bir “ama...” eklenir:
“...milli güvenlik, kamu düzeni, genel ahlak, vs. gerekçelerle özel hayata müdahale edilebilir.”
Müdahale bahaneleri öyle kapsamlıdır ki, “ama”dan önceki cümlede vaat edilen hak, “ama”dan sonraki gerekçelerle fiilen elden alınır.
“Arınç suikastı” tartışmasını, Türkiye’yle ilgilenen bir İtalyana anlattım geçenlerde, bilip anladığım kadarıyla o da...
Başbakan Yardımcısı’nın evinin önünde çevrilen araçları...
İçinde sivil “yakalanan” albayla binbaşıyı...
Albayın cebinden çıkan kâğıtta Başbakan Yardımcısı’nın adresinin yazılı olmasını...
Onun tam bu kâğıdı yutmaya çalışırken yakalanmasını...
Askerlerin “Türk Gladiosu” damgası yemiş bir askeri birimde çalıştığının ortaya çıkmasını...
O askeri birimde bazı çok gizli evrakların yakılmaya başlandığı bilgisinin dinlemeye takılmasını...
Erkek dünyasının düello çağrısıdır “Erkeksen...” Bir kez kulağında çınladı mı, derhal çağrı mahalline bodoslama dalmak zorundasındır.
Aksi “Karı gibi kaçtı” damgasıdır ki, yiğit kısmı böylesi lekeyi zor taşır.
Gittiğinde ise seni bekleyen, ya bir mahalle zorbasıdır ya da bir kıskançlık kavgası...
Ama bu horoz dövüşünde ille şiddete bulanmış bir erkeklik kanıtlaması vardır.
“Erkeksen” efelenmesine kim bilir kaç kurban verdi bugüne dek erkek soyu...
Kaç delikanlı canından oldu, kaç ergenin yarın umudu söndü?
* * *
Seyis için ahır, aşçı için mutfak, fahişe için yatak neyse, yazar için çalışma odası odur.
O oda onun hem atölyesi hem hücresi, gönüllü tutsaklığının kalesidir.
Ne zaman bir yazarın evine gitsem çalıştığı mekanı gözlerim dikkatlice...
“Bir yazar, nerede yazar” sorusu merakımı kamçılar.
Nasıl bir odada yazıyor?
Güneşle yıkanan bir salonun ferahlığında mı, içeri sadece düşlerin sızabildiği bir sığınağın loşluğunda mı?
Disiplinli bir öğrencininki gibi derli toplu mu odası; bir bekar odası kadar dağınık mı?