Deniz salyasıyla etkin mücadelenin yolunu bilim insanları açıklıyor: Bütün sanayi tesisleri ileri arıtmaya geçmeli, bu sistemi kurmayanın faaliyeti durdurulmalı, yerel yönetimlerin denetimleri etkinleştirilmeli ve Marmara Bölgesi’ne göç artık önlenmeli
Deniz salyası en az iki yıl ‘başımızın belası’. İşi sıkı tutarsak ‘zararın kötüsünden dönmek mümkün’. Ama geçici çözümlerle sonuç almak zor. Marmara, Karadeniz’in bir bölümü derken, Ege de tehdit altında. Kirliliğin önünde hiçbir güç duramıyor. Pandemi gibi deniz salyası içindeki mikroorganizmaların yeni salgınlar yaratmayacağının garantisi var mı?
Kirlilik kesin olarak durdurulmalı. Bunun için de sıkı denetim şart. Bazı çağdaş ülkeler de olduğu gibi ‘atık ve arıtma zabıtası’. Zor değil. Bilim insanları ile de yaptığım yoğun değerlendirmeler sonrası 10 ‘uyarı - yorum’um şöyle:
1- İleri biyolojik arıtma tesisleri bir an önce devreye sokulmalı, devlet bu konuda yatırım teşviği sağlamalı.
2- Deniz salyası toplamak bir yöntem, ama bunlar arıtma tesislerine götürülmeli. Toprağa bırakılması yeni bir kanayan yara.
3- Marmara menşeli balık ve özellikle midye yemeyin!
4- Arıtma tesisleri ile ilgili olarak denetim ve cezai işlemler hızlı bir şekilde devreye sokulmalı.
5- Kaybedecek bir dakika bile yok. Halkı bilinçlendirilmeli. Özel telefon hattı gibi ihbar mekanizmaları olmalı.
6- Bu işten para kazanmak isteyenler olacaktır. Deniz salyası rantı! Bilimsel olmayan ve bilim kurullarının onayından geçmeyen hiçbir yöntem uygulanmamalı. İlaç özellikli biyolojik deniz salyası kurutma önerileri de dahil.
7- Çevre Bakanlığı’nda bu konuda görevli bir bakan yardımcısı ataması yapılmalı. Belki de üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde bir Denizler Denizcilik Bakanı.
8- Bugüne dek arıtma tesisi konusunda işlem yapmamış ya da işi savsaklamış yöneticiler belirlenmeli ve hesap sorulmalı. ‘Yapanın yanına kar kalmadığı’ görülmeli.
9- Özellikle Marmara ve Karadeniz’de gemi ve şileplerin soğutma suyu olarak denize saldıkları suyun analizi yapılmalı ve bunun yarattığı kirlilik yeniden irdelenerek çözüm aranmalı. Ya da geçici yasaklar getirilmeli.
10- Gelecek artık mikrobiyoloji biliminin. Deniz salyasındaki mikroorganizmalar doğru etüd edilmeli. Bu bilimin büyük güçle desteklenmesi gerekir.
‘Marmara artık göç almamalı’
Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin saygın Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Ortaş, şunları anlattı:
“Müsilaj, ülkemizin çarpık kentsel, ekonomik sosyal dönüşümünün bir yansıması. Denizler adeta atıkların boşaltılacağı bitmez tükenmez umman olarak görülmekte. Artık denizdeki ekosistem atıklarla baş edemez duruma gelmiştir. Doğa bir bütün olduğu için ortama bırakılan atıklar deniz salyalarının kapladığı oksijenin olmadığı ve diğer canlıların öldüğü, sonunda gıda güvencesinin riske girdiği duruma gelir. Bir felaketle karşı karşıyayız. İnsanların çıkar eksenli paragöz anlayıştan, doğa ve insan eksenli yapıya dönmesi insanlığın sürdürülebilirliği için şart. Sorun, ekosistem sorunudur. Acilen derin deşarjlar durdurulmalı. Bütün işletmeler ileri biyolojik atık arıtma sistemine geçmeli. Denizlere yüksek konsantrasyonlarda azot, fosfor ve organik atık deşarj eden işletmelerin ileri biyolojik artıma sistemlerine geçene kadar faaliyetleri durdurulmalı.”
Ya uzun vadeli çözümler?
“Marmara Bölgesi’nin daha fazla göç almaması sağlanmalı. Hatta göçün seyreltilmesi için teşvikler geliştirilmeli. Sanayi işletmelerinin bir kısmı yurdun değişik bölgelerine dağıtılmalı. Çöp ve atık sular yerinde arıtılmalı ve geri dönüşüme yönlendirilmeli. Yeşil mutabakata uygun kalkınma ve gelişme planlanması yapılmalı.”
‘Doğal değil, insan kaynaklı’
Pamukkale Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nin değerli öğretim üyesi Prof. Dr. Halil Karahan’ın görüşleri de şöyle:
“Deniz salyası doğal olay değil, insan kaynaklı bir çevre sorunudur. Marmara Denizi ve çevresinde oluşturulan evsel, endüstriyel ve tarımsal kaynaklı kirlilik yükleri artık ortamın taşıyamayacağı bir düzeye ulaşmıştır. Doğa artık bunu anlayın diye bağırıyor! Kıyı ve körfez bölgelerini bir doğal deşarj ortamı olarak görmekten ve bu ortamların yükünü artıran faaliyetlerden ve projelerden bir an önce vazgeçip, tersine iyileştirici ve düzeltici önlemleri acil olarak devreye almamız gerekmektedir.”
İlber Hoca deniz salyası felaketini yorumladı:
‘ÇÖZÜM TOPLUMLA EL ELE HAREKET ETMEKTE’
Ondan söz ederken ne diyeceğini bilemiyor insan... Tarihi en iyi bilen akademisyen... Türk tarihçi, yazar... Prof. Dr. İlber Ortaylı. Kitapları ve söyleşileri ile sevgi, farklı söylemleri ile heyecan yaratan önemli düşünür, entellektüel. Hemen her konuda farklı analizleri var. Tarihçi kimliği elbette yorumların da, değerlendirmelerin de en önemli güç kaynağı.
Pandemiden sonra Türkiye’nin yaşadığı büyük çevre felaketini ona sormamak olmazdı. Müsilajı İlber Hoca (Ortaylı) nasıl değerlendiriyordu:
“Şu anda deniz salyası felaketi yaşanan alan neredeyse 35 milyon insanın yaşadığı bir bölge. Üstelik yayılıyor. Çok büyük ve önemli bir yerleşim. Kalabalık. Buradan sonra belki de coğrafi anlamda benzer bir bölge Japonya var. Onun kıyı şeridi. Ama orada nüfus yoğunluğu 30 milyon dolayında. Yani bizim şu anda etkilendiğimiz bölge kadar değil. Bu anlamda dünya çapında bir olay. Konuyu bir an önce doğru irdelemek gerekir. Ama bir problem var elbette, bu bölgede anında keskin, radikal kararlar alamazsınız. Riskleri var. Onun için ilk adım kirlenmenin önlenmesi. Ekolojik, çevresel sorun ve kirlilik kaynaklı dünya çapında geçmişte böyle büyük bir tehdit hatırlamıyorum. Kötü tarafı yayılması, büyüme riski. Tehdit alanının genişlemesi. İnsanları sık sık bilgilendirmek gerekir. Neden oldu? Ne yapılması gerekiyor? İnsan sağlığı açısından sakıncaları var mı? Deniz ürünlerine nasıl bir etki yapar? Çok sayıda soru işareti. Mutlaka yetkililer bilgilendirmeli. Bu da yetmez, toplumu bilinçlendirmeli. Yapılacak da belli aslında, kirlenmenin, sorunun kaynağının doğru belirlenmesi ve önlenmesi. Kirlilikse dur demeli. Arıtma gerekiyorsa yapılmalı. Biyolojik mücadele adımları atılmalı. Konunun ekonomik, sosyal ve çevresel boyutları da var tabii. Bunlar göz ardı edilmemeli. Sorun toplumu da içine alarak, onun desteğini sağlayarak, elele vererek daha kısa zamanda ve etkili bir şekilde çözülür. Çevrecilere kulak verilmeli, önerileri değerlendirilmeli. Üzülüyorum. İstanbul’un, çevresinin güzelliği nasıl böyle sorumsuzca bir riskle karşı karşıya bırakılabilir? Çok üzücü. Devlet bir an önce kararlılığını ve yaptırımlarını devreye sokmalı.”
Topraktan zirveye... Köyden Cumhurbaşkanlığı’na...
BAŞBAKAN ‘ÇOBAN SÜLÜ’
Bugün Süleyman Demirel’in ölüm yıldönümü... Uzun siyaset yaşamında çok beraberliğimiz oldu. Ülkesini, milletini seven, değer veren bir devlet adamıydı. Türkiye’nin dört bir tarafını karış karış bilir, muhtarları ve kentin ileri gelenlerini tanır, nerede baraj - gölet var özelliklerini sayar, yapılan büyük yatırımları yıllarıyla anlatırdı. Kavgası en çok bozkırla yeşil arasında yaşandı. Bozkırları yeşile döndürmenin mücadelesini verdi. ‘Barajlar Kralı’ oldu.
Tanımak ‘gururumdur’. Hem gazeteci, hem siyasetçi kimliğimle çok değerli buluşmalarımız oldu. Benim için anlamlıdır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlık kararnamemde Cumhurbaşkanı olarak imza O’na aittir. Bir de onay imzasını atarken Başbakan Ecevit’e, “Değerli bir kardeşimizdir” demiş, beni fazlasıyla onore etmiştir.
Siyasete kattığı ince mizah duygusunu, köşesine çekildikten sonra yaptığımız sohbetlerdeki gevrek kahkahasını özlüyorum.
Ama toprağa bağlı, çiftçi - köylü kimliğini de özellikle vurgulamalıyım. Bundan hiç gocunmadı, her sohbetimizde sözü mutlaka çiftçiye, köylüye getirir, “Köylü, çiftçi mutlu olursa ülke gelişir, kalkınır. Atatürk’ün sözünü her yerde hatırlatırım, köylü milletin efendisidir. Ben Çoban Sülü olarak başladığım hayatımda devletin en üst noktasına kadar ulaşma başarısı gösterdim. İşte bu benim değil, Türk köylüsünün, çiftçisinin başarısı ve Cumhuriyet’in erdemidir” derdi.
Dostlar Meclisi kitabımda (Alfa Kitap) sevgi dolu hikâyesini anlattım.
Bugün yine Şanlıurfa’da Başbakanlığı döneminde yaptığı bir konuşma ile selamlıyorum değerli devlet adamını:
“Ben yağmur duası yapan bir bölgenin çocuğuyum. Sararan, kuruyan ekinin yağmur gelmediği zaman çoluğu çocuğu nasıl perişan ettiğini bilirim. Bu mıntıkada insan, ekinden önce kurumuş, ben senin haline dayanamam kardeşim. Ben sizin ıstırabınızın çocuğuyum. Sizi bu ıstıraptan kurtarmayı bir şeref ve namus meselesi sayarım.”
MUHTARIM DİYOR Kİ
‘Hizmet içi eğitimle daha etkin çalışma mümkün’
Muhtarlarla yarenliğimiz devam ediyor. Öyle güzel yansımalar var ki...
Bugün konuğumuz İzmir Muhtarlar Birliği Derneği Başkanı ve Mithatpaşa mahallesi Muhtarı Hasan Baykal. Uzun görev süresine bir çok hizmeti sığdıran, zaman ve mekan tanımayan bir isim. Sadece mahallesinde değil, bölgede de çok sevilen bir Muhtar. Özellikle 29 Ekim ve 10 Kasım törenleri dillere destan. Atatürk ve Cumhuriyet aşığı.
Pandemi sürecinde mahalle sakinlerinin sorunlarının çözümünde ve aşılanmasında büyük katkıları oldu.
Muhtarlar için Türkiye’ye örnek bir ‘hizmet içi eğitim çalışması’ gerçekleştirdi. Bu çalışma bir anlamda muhtarlar için yol haritası oldu.
Her gün işinin başında. Sorunları çözmeye, halkın derdine deva olmaya çalışıyor. “Biz halka hizmet için bu göreve talip olduk. Yorulmak yok” diyor. Belediyeden bir isteği var: “Halka daha iyi hizmet için Muhtarlar Derneği’mize bir yer.”
Neden olmasın?
Tam yerinde, tam zamanı..
Aliağa’ya çevre hastanesi
Pandeminin ardından gelen deniz salyası kafamızı karıştırdı mı, karıştırdı. Üzdü mü, üzdü. Ama İzmir’de güzel bir çalışma var. Aliağa Belediyesi ile Dokuz Eylül Üniversitesi iş birliğinde Çaltılıdere Mahallesi’nde Türkiye’nin ikinci önemli Mesleki ve Çevresel Hastalıklar Hastanesi yapılıyor.
201 yatak kapasitesine sahip olacak hastane için yoğun bir çalışma var. Sadece Aliağa’nın değil bölgenin çevresel ve mesleki sağlık konusundaki ihtiyaçlarını da karşılayabilecek Hastane gelecek yıl hizmete girecek. Güzel şeyler de oluyor. Hem projeyi başlatan 9 Eylül Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Nükhet Hotar’ı, hem de mücadele ve çabaları için Aliağa’nın çalışkan Belediye Başkanı Serkan Acar’ı kutlamak gerek. Alkışlık işler bunlar.