Antibiyotikler bulunmadan önce iltihap, yani enfeksiyon, öldürücü bir hastalık olabiliyordu. Dişlerimizdeki iltihaplar da eğer tedbir alınmazsa günümüzde hâlâ sağlığımız için çok büyük tehditler oluşturabilir.
Bazen bir diş ağrısını “Nasıl olsa geçer” diyerek ertelemek, farkında olmadan vücudun tamamını etkileyen bir süreci başlatabilir. Diş kökünde başlayan bir iltihap, kan dolaşımıyla vücudun diğer bölgelerine taşınabilir. İşte o zaman basit bir diş sorunu, tüm bedeni etkileyen ciddi bir tabloya dönüşür.
İşte diş iltihabının vücuda yayılmaya başladığını ve bir an önce diş hekiminize gitmeniz gerektiğini gösteren 5 önemli belirti:
1. Yüksek ateş, halsizlik ve gece terlemeleri:
Enfeksiyon kana karıştığında bağışıklık sistemi alarm verir. Vücut sıcaklığı yükselir, kişi sürekli halsiz hisseder ve geceleri terlemeler artar.
2. Yüz, boyun ya da çene çevresinde şişlik ve ağrı:
İltihap diş çevresinden çıkarak çene altı veya yanaklara ilerleyebilir. Bu bölgede şişlik,
Bugün size sıkça yapılan ama pek de doğru olmayan bir alışkanlıktan bahsetmek istiyorum: ağız gargarasından hemen sonra su içmek.
Ağız gargaraları; diş fırçasının ulaşamadığı bölgelerdeki bakterileri temizlemek, nefesi ferahlatmak ve diş eti sağlığını korumak için geliştirilmiş sıvılardır. Özellikle marketlerde gördüğümüz o mavi veya yeşil renkli gargaralar, içerdikleri antiseptik maddeler sayesinde ağızdaki zararlı mikroorganizmaları etkisiz hâle getirir.
Ancak çoğu kişi gargara yaptıktan hemen sonra ağzını suyla çalkalar veya bir bardak su içer. Bu, gargaradaki etkin maddelerin ağızda yeterince kalmadan etkilerini kaybetmesine neden olur. Bilimsel olarak, gargaradaki antiseptik bileşiklerin (örneğin klorheksidin, setilpiridinyum klorür veya florür) diş yüzeyinde ve diş etinde birkaç dakika kalması gerekir ki bakterilere karşı tam koruma sağlayabilsin.
Ağız gargarasının başlıca faydaları:
1. Bakteri oluşumunu azaltır: Diş fırçasının ulaşamadığı bölgelerdeki zararlı bakterileri etkisiz hâle getirir.
2. Ağız kokusunu önler: Nefesi uzun
Bugünkü yazımda size, günlük hayatta çoğumuzun fark ettiği ama pek önemsemediği bir konudan bahsetmek istiyorum: Dilde oluşan sarı tabaka.
Ayna karşısında dilinize baktığınızda bazen sarımsı bir renk fark edersiniz. Kimi zaman bu görüntüye “kıllı dil” de denir. Aslında bu durumun nedeni, dilin üzerindeki minik çıkıntıların (papillaların) temizlenememesi ve üzerine ölü hücrelerin, bakterilerin ve yiyecek artıklarının yapışıp birikmesidir. Zamanla da bu birikim sarıya döner.
Çoğu zaman zararsızdır ancak uzun sürerse ya da kokuya yol açarsa, altında başka sorunlar da olabilir. Çünkü bu tabakadaki mikroplar gaz üretir ve bu da ağız kokusuna neden olur. Bazı kişilerde tat değişikliği ya da yanma hissi bile görülebilir.
Peki bu durum ne gibi riskler taşır? 4 maddede özetleyelim:
1. Uzun süren sarı tabaka, mide enfeksiyonları (örneğin helicobacter pylori) ile ilişkili olabilir.
2. Bazen karaciğerle ilgili hastalıkların ilk işareti olabilir.
3. Şeker hastalığında da dil yüzeyinde bu tür değişiklikler görülebilir.
“Hollywood smile” (Hollywood gülüşü) son yılların en gözde estetik uygulamalarından biri. Pırıl pırıl, kusursuz ve simetrik dişler, artık herkesin hayali haline geldi. Ancak ne yazık ki bu popülerlik, beraberinde bazı ciddi hataları da getiriyor. Çünkü her güzel gülüş, herkese aynı şekilde yakışmıyor.
En sık yapılan hatalardan biri, “tek tip gülüş tasarımı” anlayışıdır. Kişinin yüz şekli, dudak yapısı, cilt tonu, hatta konuşma biçimi dikkate alınmadan yapılan tasarımlar, doğallığı tamamen yok eder. Oysa ideal gülüş, kişinin karakteriyle uyumlu olandır.
Ayrıca beyazlatma tonunun abartılması da sık rastlanan bir problemdir. Fazla beyaz dişler yapay bir görüntü oluşturur; hatta bazen diş etinin rengini kirli gösterebilir. Estetikte denge, doğallığın en temel şartıdır.
Ve tabii ki diş eti estetiğinin göz ardı edilmesi... Gülüş yalnızca dişlerden ibaret değildir; diş etinin formu, rengi ve simetrisi, tasarımın sessiz ama belirleyici unsurudur.
Sonuç olarak, Hollywood smile yaptırmak isteyenlerin unutmaması gereken temel ilke şudur:
“
Bugün diş hekimliğinde implant tedavisi, kaybedilen dişlerin yerine en çok tercih edilen yöntemlerden biri. Ancak implant denildiğinde yalnızca “bir metal vida” düşünmek büyük bir hata olur. Çünkü implantın başarısı yalnızca biz hekimlerin becerisine değil, kullanılan markanın bilimsel geçmişine ve güvenilirliğine de bağlıdır. Hastalar çoğunlukla “Bana yapılacak implantın markası nedir, hangi ülkeden geliyor?” diye soruyorlar. Fakat hangi ülkeden olduğu kadar, o ülkede üretilen implantın hangi firmaya ait olduğu daha büyük önem taşır. Bu yazımda, implant tedavisinde implant markasının önemini anlatmaya çalışacağım.
Dünya literatüründe kabul gören implant markaları, yıllar süren araştırma ve geliştirme çalışmalarına, klinik deneylere ve uzun dönem takiplerine sahiptir. Bu implantların yüzey özellikleri, kemikle kaynaşma hızları, dayanıklılıkları ve biyouyumlulukları bilimsel verilerle defalarca test edilmiştir. Yani bu ürünlerin arkasında hem ileri teknoloji hem de
Diş estetiği denildiğinde akla gelen en popüler uygulamalardan biri lamina kaplamalardır. İnce bir porselen tabaka şeklinde dişlerin ön yüzüne yapıştırılan laminalar, özellikle renk değişiklikleri, küçük çapraşıklıklar veya kırıkların düzeltilmesinde oldukça etkili bir çözüm sunar. Diş dokusundan minimum aşındırma yapılması ve doğal görünüme çok yakın sonuçlar vermesi, laminaları tercih edilir kılan başlıca nedenlerdir.
Peki bu şık ve ince kaplamalar ne kadar dayanıklı? Aslında laminaların ömrünü belirleyen birkaç önemli faktör vardır. Öncelikle, diş hekiminin hazırlık ve yapıştırma aşamasındaki titizliği büyük rol oynar. İyi bir yapıştırma tekniği sayesinde laminalar dişle adeta bütünleşir. İkinci etken ise hastaların kullanım alışkanlıklarıdır. Buz kırmak, sert kabuklu yiyecekleri dişle açmak ya da diş sıkma gibi alışkanlıklar, laminaların ömrünü kısaltabilir. Düzenli diş hekimi kontrolleri ve doğru ağız bakımı ise bu süreyi uzatır.
Doğru uygulama ve dikkatli kullanım ile lamina dişler
Diş estetiğinde son yılların en çok tercih edilen materyallerinden biri zirkonyumdur. Doğal görünümleri, ışık geçirgenlikleri ve metal destekli porselenlere göre çok daha sağlam olmaları sayesinde birçok kişi bu tedaviyi tercih etmektedir. Peki, merak edilen soru şu: Zirkonyum dişler gerçekten kırılmaz mı?
Aslında cevap net: Zirkonyum oldukça dayanıklı bir malzemedir. Yapılan laboratuvar testlerinde yüzlerce Newton basınca kadar dayanabildiği kanıtlanmıştır. Bu değer, günlük çiğneme kuvvetlerinin kat kat üzerindedir. Yani normal şartlarda zirkonyum dişlerin kırılması oldukça zordur. Ancak hiçbir materyal “asla kırılmaz” değildir. Yanlış kullanım ya da ihmal, bu güçlü yapıyı bile zayıf düşürebilir.
Peki, zirkonyum diş yapılırken ve kullanırken nelere dikkat edilmelidir?
1. Diş sıkma ve gıcırdatma: Gece uyurken dişlerinizi sıkıyorsanız, zirkonyum da bundan zarar görebilir. Gece plağı kullanmak bu nedenle çok önemlidir.
2. Kapanış dengesi: Dişlerin karşılıklı kapanışı dengeli olmalıdır. Küçük bir
Zirkonyum kaplamalar, dayanıklılığı ve doğal görünüme yakın yapısıyla son yılların en çok tercih edilen estetik diş çözümlerinden biri haline gelmiştir. Ancak özellikle ön bölgede sadece birkaç dişe uygulandığında en büyük risk renk uyumsuzluğudur. Komşu doğal dişlerle ton farkı oluştuğunda, amaçlanan estetik etki tam tersine yapay ve rahatsız edici bir görünüme dönüşebilir.
Estetik sonuçların uzun yıllar memnuniyetle korunabilmesi için hem hekimin hem de hastanın renk seçimi konusunda bazı kritik noktalara dikkat etmesi gerekir:
Komşu dişlerle uyum: Tek veya birkaç zirkonyum kaplama yapıldığında, doğal dişlerle renk tonunun mümkün olduğunca örtüşmesi gerekir. En ufak farklılık bile ön bölgede hemen fark edilir.
Işık koşulları: Renk seçimi sırasında klinikte kullanılan ışık büyük önem taşır. Farklı ışık kaynakları aynı rengi gözümüzde farklı gösterebilir. Bu nedenle doğru ışık altında ölçüm yapılmalıdır. 6000 kelvin ışık rengi ve CRI değeri (Color Rendering Index)