<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Maçın yarısına geldiğimizde Beşiktaş duran toptan kazandığı gol ile 1 - 0 öndeydi, ama Lucescu da farkındaydı sahadaki üretim hatasının. Böyle giderse kombine biletliler ses çıkarmasa da, bu maç için para verip taban tepenlere ayıp olacağı belliydi.
Diyarbakırspor İstanbul deplasmanındaydı, ama Beşiktaş daha uzaklarda oynuyordu sanki. "Şu maç bitse de Prag'a gitsek" havası izleyenleri de sıkmış, basın tribünü önündeki taraftarlar sahaya sırtları dönük trampet çalmaktaydı.
İlk yarının tek ilginç notu Tümer'in golü olarak düştü kağıtlara. Ceza yayının içindeki topun başına Tümer geldiğinde ne yalan söyleyeyim, "Ah Sergen olsaydı" demekten kendimi alamamıştım, ama Tümer tıpkı Sergen gibi attı golü. Attı ve Beşiktaş'ın forma giyen giymeyenlere bağlı olmadan bir "takım" olduğunu kanıtladı. Öyle bir takım ki, kötü oynarken bile hep birlikte davranıyorlardı işte.
Lucescu 44. dakikada Sergen'i koydu takıma, ikinci yarı başladığında ise yerine Pancu'yu. Aslında İbrahim lazımdı. Çünkü beşli orta sahanın sağındaki Okan, sarsak ve hatalı paslarla da olsa ileri dönük oynuyor, ama soldaki Serdar defansa yardımcı olmaya çalışıyordu. Zaten nadir Diyarbakır
<#comment>#comment>
<#comment>#comment> Bizim Milli Takım adrenalin bağımlısı kesin... Bir "düşmanı" olmadan olmuyor. Düşmanın da "içimizdekileri" tercih ediliyor.
Mesela medya... Şenol Hoca'ya destek verip, takıma arka çıktıkça; "Bu aslanlar bir numara" dedikçe işler sarpa sarıyor.
Oysa ne güzeldi Dünya Kupası'nda!..
Kürsüye çıktıklarında ne kadar şevkle söylemişlerdi "kıskananlar çatlasın" şarkılarını.
Kıskanan kalmayınca, çatlayacak adam da yok, çatlatan da.
Serde adrenalin bağımlılığı var ya; aralarında kavga ediyorlar ihtiyaçtan...
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Ortaya ne koyduk ki, bu maçı kazanmak için gerilimden başka. Herkese balon, herkese şapka... Gerisi palavra. Hepimiz motiveyiz de bir tek futbolcular değil. İnanın kullandıkları kapasite yüzde 50'den fazla değil. Bir Rüştü, bir Alpay, biraz Bülent o kadar.
Sanki diğerleri o meşhur piknikte kalmışlar.
Efsunlu gibi bu İngilizler. Beraberlikten sonra bir sevindiler, bir sevindiler. Onlar da farkında. Asıl onlar varta atlattılar. Biraz bizim futbolculara, biraz da Şenol hocaya dua etsinler. Bize gelince, 20 sene bekledik, biraz daha bekleriz.
Gerginlik illa ki küfürle, şemsiyeyle olmuyor işte. Maç başlamadan önce ufak çaplı bir misilleme: İngiliz milli marşında tribünler ıslıkla katılmak istiyor, ama notaları bilmiyorlar. Sonra avuç içlerini kanatan tırnakların, sıkılı dişlerin ve zoraki gülüşlerin zamanı. Pırıl pırıl formalar içinde terbiye sınırları dahilinde 50 bin kişiyle, ekran başındaki milyonların özlemi mesajı veriyor. Şükrü Saracoğlu adrenalin havuzuna dönmüş durumda. Bunun en çok İngilizler'in en hassas çocuğu farkında. Nasıl olur Beckham gibi paranın satın alabileceği en pahalı futbolcu, penaltıyı iki kale boyu yukarı atar. İşte tribündeki
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Geçen hafta Ters Köşe'yi yazamadım ama "yaşadım". Chelsea - Beşiktaş maçındaydım. Ve Londra'da diğer Türk meslektaşlarımla birlikte fena halde ters köşeye yatırıldım.
İngilizler Türk medyasına sürpriz yapmışlar ve hepimizi apranti yerine koymuşlardı. Evet apranti... Çünkü oturmamız için hazırladıkları sıralara jokeylerin bile sığması mümkün değildi. Benim sıramın not tahtası üçüncü ve dördüncü kaburgamın arasına dayanıyor, cebimden sigara çıkarmak için yanımdaki arkadaşımın ayağa kalkması gerekiyordu.
Peki, besili İngiliz medya mensupları nasıl sığıyordu bu sıralara ? Orasını bilemiyoruz. Çünkü Türk gazeteciler olarak bizim yerimiz ayrıydı. Yani o milimalist oturma gruplarımız basın tribününde değil, Türk seyircilerin yanındaydı.
Zengin Chelsea'nin dev konağındaki beslemelere benzetmek istiyorlardı bizi terbiyesizler. Misafir değil bulaşıcı hastalıktık sanki.
Eşitliği reddeden bu emperyalist tavır, Sergen'in bombalarıyla temellerinden çatırdadıkça kemiklerimize batan sıralara inat esas basın tribünündeki esas oğlanlara sırıtarak bakmanın tadına doyum olmuyordu doğrusu.
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Mersi Chelsea !.. Öncelikle rakibini küçümsediğin, Sergen'i ciddiye almadığın, Lucescu'nun ne menem bir kurt olduğunu hatırlamadığın, gümrükte bile Beşiktaş'ı tahrik ettiğin için sana sonsuz teşekkürler.
Maç başlamış, yeni bloknotumun beyazlığına ilk notumu düşüyorum "narkoz" ... Evet sahada tipik bir Lucescu narkozu uygulanıyor ilk dakikalarda... Aralarına oturduğumuz Türk seyircilerin de yürekleri ağızlarda. Veron, Crespo kombineleri ve Lampard - Crespo organizasyonları Beşiktaş kalesini zorlamakta. Lakin karşılarında şiddetli bir alan savunması var. Lucescu ise "top dolaştırın" diyor yan tarafta. Chelsea penceresinden bakınca, gol an meselesi. O kadar ki, 24. dakikada Teknik Direktör Ranieri'ye atılamayan golün sorumlusu Babayaro gibi geliyor ve yerine Bridge'i takıma alıyor. Oysa, Lucescu'yu biraz okusa, defansını sağlamlaştırması gerekir, ama anlayamıyor. Aynı dakikada Sergen alıyor sazı eline... Daha kulübe ayak basarken 120 milyon poundu saçıp, savuran Abramovic de dahil, tüm Chelsealiler'in dudaklarını uçuklatacak bir gol. Ardından bir daha... Ranieri şaşkın. İkinci yarıya Mutu'nun yerine Hasselbaink'ı, Crespo'nun yerine Duff'u alarak, son 45
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
İnsanın memleketi gibi yok valla. Huzur, moral, sevgi, puan hepsi Adana'da... Büyük ikramiye gibi geldi Adana deplasmanı Fatih hoca'ya... İkramiye büyüktü ama Fatih hoca da biletini almıştı doğrusu...
Sıradışı bir kuruluşu vardı Galatasaray'ın... Öyle bir kurgu ki, sahadaki Galatasaraylılar'ın kişisel becerilerini ortaya çıkarıyordu. Mesela Prates... Hapis olduğu geri dörtlünün sağından özgürlüğüne kavuşmuş, dilediği gibi ileri çıkabiliyordu. Hem de ne çıkış; izli mermi gibi... Defans sahaya dizilişe göre dörtlü de görünse Galatasaray geride Bülent ve De Boer'in tecrübeleriyle yetiniyordu. Gerçi Orhan Ak da vardı ama, olmasa da olabilirdi. Terim, kanının son damlasını kullanan Adanaspor takımının stratejisini tahmin etmiş olmalı: Santrada pres, ileri topları faulle kesme ve Necati ile şansını deneme... Bir de Hakan Şükür'ün nöbetçisi yaptıkları Timur. Doğrusu, adım attırmadı Galatasaray'ın santrforunu...
İlk yarı santra civarı Adanaspor mayınlarıyla dolu olunca, sağdan Sabri ve Prates'le ayak uçlarına basarak sıfıra inmeyi tercih ediyordu Galatasaray... Orta alandaki Volkan kafayı çalıştırıp sol koridora kaçtığında onu bulan her uzun pas Adanaspor
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
"Bir el, bir çift göz ve milyonlarca çene"!..
Günah keçimizi bulduk yine.
Getirin yağlı ipi, seçin ağaç dalını, tekmeleyin iskemleyi. Asalım şu Muhittin'i...
Ne oldu; hani "Hepimiz Türküz, düşman değiliz" diye bağırıyorlardı Galatasaraylı ve Fenerbahçeli taraftarlar... Nerede dostluktan, hoşgörüden, sevgiden dem vuranlar?
Boşat nereli?
<#comment>#comment>
<#comment>#comment>
Futbolun adaleti de farklı, değerleri de, ata sözleri de... "Besle kargayı oysun gözünü" lafı Lucescu'nun sözlüğünde "Bekle İlhan'ı, atsın golünü" haline gelebiliyor. İlhan problem... İlhan "eleştirmen"... Ama Rumen hoca sabrediyor ve İlhan'ı, Beşiktaş'ın menkul kıymetlerine kaydediyor. Golden sonra hoca - talebe kucaklaşması aslında sabrın ödüllendirilmesi. Lucescu'nun kutlanması geren asıl sabrı ise, İlhan golünü atana kadar - ki, bu gol Ahmed Hassan'ın kafası Oğuz'un eli istikametinden İlhan'ın ayağına yönlenen ve atılmaması imkansızlar listesinden bir goldü - İlhan'a dayanması.
Güneşin altında, derbinin gölgesinde oynanan maçın en ilginç yanı, sahanın en kötüleri İlhan ve Boliç'in gol atmasıydı. Bir de "yüksek tempo"nun her zaman kaliteli futbol ve pozisyon zenginliği anlamına gelmemesi gerçeği.
Galiba gündüz gözüyle oynanan maçlarda bazı ayrıntılar daha iyi görülüyor.
Hani o ünlü Beşiktaş savunması var ya... Gedik vermeyen, top yapan, hatta hücumlara yön veren; işte oradaki sıkıntılar gün yüzüne çıkıyor mesela. İbrahim'in soğukluğu, Tümer'in kendi oyununu oynayacağına kötü bir Sergen kopyası olmaya niyetlenmesi, Giunti'nin pas isabetsizliği,