Şikayetçi bakan olunca, o zaman da, "Bakan şikâyetçi olmaz, gerekeni yapar" eleştirisiyle karşılaşıyor.Adalet Bakanının son şikâyeti, savcıların gerektiği gibi soruşturma yapamamalarıydı. Çiçek, Adalet Bakanı olarak bu şikâyetini neye dayandırıyor ve bakan olarak çözüm üretemiyor mu?Çiçeke dün bu soruyu yönelttiğimizde yanıtı şu oldu:"Evet, bakan niye şikâyet ediyor da gereğini yapmıyor diye eleştiriler geliyor. Ancak her konu tek başına bakanın vereceği kararla çözülemiyor. Ben savcıların soruşturma yapamadıklarını söylüyorum. Doğru. Ama bu sorunu çözmem için benim kararım yetmiyor. Örneğin Anayasa değişikliği gerekiyor. Bu da en geniş uzlaşmayla yapılabilecek bir düzenleme. Bu nedenle CHPye diyorum ki; gelin birlikte çalışalım, soruşturmayı engelleyen ayrıcalıkları kaldıralım. Milletvekili dokunulmazlıklarıyla birlikte diğer ayrıcalıkları da elden geçirelim.""Şikayetçi olmamın nedeni budur" diyerek devam ediyor:"Savcılarımız sadece düz vatandaşları sorgulayabiliyor. Eğer soruşturma üst düzey bir görevliye uzanıyorsa orada ayrıcalıklar devreye giriyor. Dokunulmazlıklar, özel izin usulleri gibi. Orada tıkanıp kalıyor. Bunu Anayasadan başlayarak yapacağımız düzenlemelerle
Yılmaz, başbakan veya başbakan yardımcısı olarak görev yaptığı süre boyunca Avrupa Birliği hedefine kilitlenmiş bir çizgi izledi.Yılmaz hakkında şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz:Eğer, bugün AKP yerine ANAP iktidarda, Erdoğan yerine de Yılmaz başbakanlık koltuğunda olsaydı, AB konusunda aynı kararları alırdı. Nitekim, 57. Ecevit hükümetinde Yılmazın savunduğu görüşler bugün AKPnin uyguladıklarıyla örtüşüyordu. Bu süreçte en zor karar Ağustos 2002de idam cezasının kaldırılması ve anadilde yayın olanağının sağlanmasıydı. O günlerde Mecliste anamuhalefet partisi olarak DYP evet oyu; koalisyon ortağı MHP ile birlikte AKP de hayır oyu kullanmıştı. Reform süreci bu paketle başlamıştı.Yılmaz bugün de Erdoğan hükümetinin attığı adımları destekliyor. Hatta ABnin diğer taleplerinin de yerine getirilmesini istiyor. Ruhban Okulunun açılması gibi...Ancak Mesut Yılmaz, HaberTürkteki Basın Kulübünde gazetecilerin sorularını yanıtlarken, AB raporuna çok ciddi eleştiriler yöneltti.Yılmazın raporda en çok önemsediği ise, "Müzakerelerin sonucu ne olursa olsun Türkiyenin AB değerlerine ve kurumlarına demirli tutulması önemlidir" biçiminde özetlenebilecek ifadeydi. Mesut Yılmaz, bu ifadenin sonucunun
Papadopulosun veto kartını masaya sürmesi sürpriz değil. Beklenen bir durum. ABden müzakere tarihi bekleyen Türkiyeye karşı AB üyesi ülke olarak Rum yönetiminin veto kartını kullanacağı Ankaranın tahmin ettiği bir gelişmeydi. Papadopulosun açıklaması 17 Aralıka kadar Türkiyenin Güney Kıbrısı tanımasının bir önkoşul olduğunu gösteriyor. Ankara, 17 Aralıkta Güney Kıbrıstan veto yememek için bu koşulu yerine getirmeye zorlanacak. Güney Kıbrısla gümrük birliğini kabul eden Türkiyenin önünde şimdi "tanıma" engeli var.Tabii, Güney Kıbrısın arkasında Yunanistan faktörünü de unutmamak lazım. Onu da Yunanistan Cumhurbaşkanı Stefanopulos hatırlattı. Stefanopulos da Türkiyenin Güney Kıbrısı tanımasını istedi ve diğer taleplerini sıraladı: Türkiye, patrikhanenin ekümenik statüsünü kabul etmeli; Heybeliada Ruhban Okulu açılmalı ve Elen soydaşlarımızın malvarlıkları geri verilmeli...Yunan Cumhurbaşkanı bu açıklamayı Nafpaktosta, Hıristiyan donanmasının Osmanlı donanmasına karşı kazandığı zaferin kutlama törenlerinde yaptı ve bu zaferin Avrupa tarihinde önemli bir gelişme olduğunu söyledikten sonra ekledi:"Şimdi insan haklarını savunan birleşik Avrupadır ve Türkiye buna katılmak istiyor"Bunun
AB, Türkiyeye ve KKTCye karşı verdiği sözleri çabuk unuttu. Annan Planına "evet" diyen Türk tarafını cezalandırmaya çalışıyor. Hem de plana "hayır" diyen Rum tarafının baskısıyla. İstanbul forumunun iptal edilmesi gösteriyor ki, AB, Güney Kıbrısın ipoteği altında. Güney Kıbrıs yönetimi, AByi esir almış gibi. Rumların isteği üzerine Türk tarafına haksızlık yapmayı sürdürüyor...Tutarsızlık boyutuna gelince...Madem ABye göre Kuzey Kıbrısta bir Türk siyasi varlığı yok, o zaman, neden Mehmet Ali Talat, Avrupa başkentlerine "Başbakan" sıfatıyla davet edildi. Brükselde AB yetkilileriyle neden "Başbakan" sıfatıyla görüştü. ABye göre Talat, neyin, nerenin başbakanıydı?Bir diğer tutarsızlık örneği ise İstanbul ortak forumunu, AB ülkelerinin talep etmesi. Ankaraya ve Dışişleri Bakanı Abdullah Güle her fırsatta böyle bir forum toplanması talebini ileten, başta Almanya ve İngiltere olmak üzere AB ülkeleri. Sonra KKTC katılacak diye toplantıyı iptal ettiren de AB.Bu ne perhiz, bu ne turşu...Böyle bir toplantıya katılmayı Kıbrıs Türk Devletini tanıma olarak gören AB ülkeleri, Ankaranın bütün ortak yol önerilerini de geri çevirmiş durumda. Örneğin, Ankara, AB ülkelerine toplantıya katılın
ABye göre KKTC diye bir devlet yok. Sadece KKTC değil, Annan belgesindeki ifadesiyle, "Kıbrıs Türk Devleti" de yok...Oysa Annan belgesinde, "Kıbrıs Türk Devleti" diye bir ifade var ve Kıbrıslı Türkler, bu plana "evet" diyerek, KKTCden vazgeçip iki devletten biri olarak bu kavramı kabul etmişlerdi.Türkler kabul etti ama Rum tarafı Annan belgesine, "hayır" dedikleri için bizim, "evet" de şimdi, "yok" sayılıyor.Ceza yine, "evet" diyen Kıbrıslı Türklere kesiliyor.Halbuki böyle mi olacaktı?Ceza, Rumlara kesilecekti. KKTCye uygulanan ambargolar kalkacaktı. KKTCye uçak seferleri başlayacaktı. Limanları işleyecekti. Ticaret serbest olacaktı. AB, 259 milyon euro verecekti.Bunlar yapılmadı.AB önerdiği sözleri tutmadı. Kıbrıs Türklerinin fiilen Güney Kıbrısa bağlanması anlamına gelecek kararlar alındı. Kıbrıslı Türk, ticaret, siyaset, seyahat artık ne yapacaksa, hepsini Rum kesimi üzerinden ve Rum yönetiminin izniyle yapabilir, denildi. KKTCde bunun üzerine atlayanlar da, buna da şükür diyenler de az değil, doğrusu...Türklerin Annan planına, "evet" demelerinden sonra tek olumlu karar İslam Konferansı Örgütünden gelmişti. KKTCyi, Annan planındaki ifadeyle "Kıbrıs Türk Devleti" olarak
Çete suçlamasından beraat ettikten sonra Yargıtayın kararı bozması üzerine Bucakın yargılanmasına yeniden başlanmıştı.Bucak, mahkemeye Çatlının çantasından çıktığını söylediği bir zarf sundu ve zarfın saklanmasını istedi. Bucak, kazada Çatlının çantasını kendisinin aldığını ve sekiz yıldır sakladığını belirtti.Bucakın mahkemeye verdiği bilgiye göre bu zarftaki belge ve bilgiler, devlete aitti ve okunması devlete zarar verebilirdi!Ne taraftan baksanız, skandal kokan bir gelişme...Kazadan sonra ve yargılanma sürecinde sürekli, "bir şey hatırlamadığını" söyleyerek susan Sedat Bucak, demek ki her şeyi hatırlıyormuş. Kaza melekelerinde bir araza yol açmamış. Açmamış ki, kazadan hemen sonra bile Çatlının çantasını alıp yıllarca saklamayı düşünmüş.Bu bir...İkincisi, Sedat Bucak, hangi yetki ve hakla, içinde "devlet sırrı" olduğunu söylediği bilgi ve belgeleri, "babasının malı" gibi saklayabilmiş?Bu bilgi ve belgelerin okunmasının devlete zarar vereceğini de söylüyor, Sedat Bucak. "Devlet sırrı" devlete niye zarar versin? Devlet sırrı bilgi ve belgelerin Abdullah Çatlıda ve Sedat Bucakta ne işi var? Bucak, bu sırları sekiz yıl saklamıştı, bugün niye mahkemeye veriyor? Bu, kendini
KESK Başkanı Sami Evren ve Kamu - Sen Başkanı Bircan Akyıldız, hükümetin tutumunu eleştiren sert açıklamalar yaptılar.Başbakan Erdoğan, memurların yüzde 168 zam istediklerini, enflasyonun tek haneye doğru indiği bir dönemde bu talebin insafsız olduğunu açıkladı. Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, memur taleplerinin bütçeye 72 katrilyon lira yük getireceğini, bunun karşılanmasının mümkün olmadığını, talebin kabul edilmesi halinde bütün vergi gelirlerinin sadece memur zammı ile bir miktar borç ödemesine ayrılması gerektiğini ifade etti.Sendika liderleri ise bu hesabın yanlış olduğunu, taleplerin bütçeye 15 katrilyon lira yük getireceğini, hükümet yetkililerinin doğru söylemediklerini vurguladılar.Hükümet, memurlara ilk altı ay için yüzde 4, ikinci altı için de yüzde 4 olmak üzere toplam yüzde 8 oranında maaş zammı yapmayı öngörüyordu. Yapılan görüşmeler ve memurların tepkilerinden sonra ise bu oranın yüzde 5 + yüzde 5 olmak üzere toplam yüzde 10 çıkarılabileceği belirtiliyor. Ancak yüzde 10luk maaş zammını da memur sendikalarının kabul etmesi mümkün görünmüyor.Hükümetin yaklaşımı memurların beklentisinin çok gerisinde...Hükümet ve memurlar tutumlarında ısrar ediyorlar. Görünen o
Çevreyi kirletenlere ceza öngören maddenin yürürlüğünü iki yıl erteleyerek, zararlı atıkları çevreye salanlara süre tanıdı. Keza, imar suçlarını da yapıların uygun hale getirilmesi koşuluyla affetmiş oldu.Bu iki düzenlemede, ilgili maddeler Meclisten geçtikten sonra geriye dönülerek yapıldı. Yeniden müzakere yöntemiyle aslında yasalaşmış maddeler değiştirildi. Bu da gösteriyor ki, AKP, sonradan devreye giren bazı çevrelerin baskısı altında bu düzenlemeyi yaptı.Çevre ve imar konularının ikisi de rant alanlarıdır. Bu nedenle yasayla sağlanan olanaklar nitelik itibariyle rant dağıtmaktır, dağıtılan ranta göz yummaktır.Çevreyi kirletme suçuyla ilgili olarak yapılan düzenleme arıtma tesisi kurmanın alacağı zamanla izah ediliyor. Gerekçesi bu. Oysa, zararlı atık çıkaran tesislerin arıtma tesisi kurmaları zaten zorunlu. ÇED raporu bunun için gerekiyor. Arıtma tesisi kurma zorunluluğu Türk Ceza Yasasıyla getirilen bir yükümlülük değil. Bu yükümlülüğe göz göre göre uymayanlara veya işini rüşvetle görenlere karşı ceza yasasının getirdiği yaptırımın iki yıl ertelenmesi, zaten atık cenneti haline getirilmiş ülkemizin bu süre boyunca kirletilmesinde sakınca görülmediği anlamına geliyor.Bu