Caddeler boyunca insanlar uğurluyor Yaşar Kemal’i. Yasın birer ucundan tutarak, aynı ağıdı yakarak. Bu kardeşliği görüyor olsun. Peşi sıra sel olup akan, İstanbul’u ve Anadolu’yu; tabutuna ilk omuz veren İnce Memed’i...
Teşvikiye Camii’ndeyim. Yirmi yıl içinde kim bilir kaç kez geldim buraya, kaç cenaze töreni izledim, kaç haber yazdım... Birçoğunda elimde teybim yanına yaklaşıp kaç kez görüş aldım Yaşar Kemal’den, iri cüssesinin gölgesine sığınıp, hayranlıkla yüzüne bakarak... Serde gazetecilik vardı, gazetecileri severdi, korur kollardı, ağzından çıkan her sözcüğün bizim için ne kadar önemli olduğunu bilir, her birimize ayrı bir şey söylerdi.
Bu defa onun cenaze törenindeyim. Yaşar Kemal’in... Artık görüşleri genç arkadaşlarım alıyor. Ben aklıma tutuyorum notlarımı bir bir... Daha kapının önünde çift sıra halinde uzayan iki kuyruk var. İki defter açılmış, okurları sıraya girip içinden gelenleri yazıyorlar. Yazmanın bu türlüsü zor. Dile kolay 1952’den bu yana 60 sene onlar için yazmış Yaşar Kemal’i uğurlayacaklar az sonra ve kısa yazacak zaman da yok... Acılı ve telaşlılar.
Acı bir gülümseme
Öğle namazının okunmasına bir saat kalmış; avlunun içi tıklım tıklım
23 Şubat günü Face-book’taki hesabına “Aferin Eddie, seninle gurur duyuyorum” yazdı Stephen Hawking. 'The Theory of Everything / Her Şeyin Teorisi' adlı filmde kendisini canlandıran ve bu rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını alan Eddie Redmayne içindi bu övgü. Film cuma günü vizyona girdi. Gurur duymakta haklıydı Hawking, Akademi de ödüle değer görmekte. Zira Redmayne, olağanüstü bir performans sergiliyor filmde. Bir ALS hastasını canlandırmak, bunu yaparken o hastanın yaşama duyduğu bağlılığı da verebilmek o kadar kolay olmasa gerek.
Hawking’in Cambridge yıllarında başlıyor film. Geleceğin Einstein’ı gözüyle bakılan genç Stephen bir partide karşılaştığı Jane’e ilk görüşte âşık oluyor. Jane de ona... İlişkilerinin henüz başındayken Hawking’in hastalığı ilk belirtilerini gösteriyor. Kollarında ve bacaklarında güçsüzlük başlıyor, yürürken adımları birbirine dolaşıyor. Kas erimesi ve omurilikte tahribat anlamına gelen ALS ya da diğer adıyla motor nöron hastalığı yüzünden en fazla iki yıl yaşayabileceğini söylüyor doktor. Aslında ne kendisi inanıyor bu biçilen ömre ne de sevgilisi Jane... İlişkilerine kaldığı yerden devam edip, bir süre sonra da evleniyorlar. Hatta üç de
“Bize iki
çay söyle” ne güzel bir davettir ve ne içten aslında...
O çaylar gelir masaya, bazen
biri demli, öteki açık, şekerli, şekersiz ve sohbeti başlatır ilk yudumlar. Elif Key’in İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı ‘Bize İki Çay Söyle’ için de geçerli bunlar. Mis gibi bir çay kokusuna, lezzeti tarifsiz bir sohbet eşlik ediyor.
Çocukluğumuzun lunaparkları olan anneannelerimizden başlıyor sohbete Elif Key... O anlattıkça biz kendi dekorumuzu yeniden kuruyoruz, yeniden çocuk olup, mutlu olup, üç sayfa sonra anneannenin ölümüyle yaralanıyor, aynı anda da büyüyoruz. Öyle yaraya merhem sürer gibi, öyle usul usul anlatıyor ki Key, kullandığı kelimeler şifa oluyor. Sonra abla-kardeş olmaktan açıyor lafı... Büyüme evresindeki tüm didişmelerini tatlı tatlı anlatıp, yaptıkları dev kavgaları hatırlatmayı da ihmal etmeyerek bağlıyor sözü: “Ben hayatta en çok kardeşimi seviyorum, en çok kardeşini sevenleri seviyorum” .
“Berkin uyanmadı, ekmekler taş oldu”
Bir başka yazıda annelere soruyor: “Arkadaşlarımızın da gördüğü sayfalarımıza ‘Yavrum annen sana kurban olsun’ yazarken hiç mi vicdanınız sızlamıyor”. Ve onları Facebook ebeveyni olmanın incelikleriyle tanıştırıyor. Çocuk
Beyazperdenin Alzheimer’lı karakterlerine bir yenisi daha eklendi: Julianne Moore’un ‘Still Alice’te canlandırdığı Alice Howland. Columbia Üniversitesi’nde dilbilim profesörü Alice. Alımlı, hoş bir kadın... Şahane bir kocası (Alec Baldwin), mutlu bir yuvası, üç de güzel çocuğu var. Sağlığına dikkat ediyor, her gün koşuyor, vitamin haplarını alıyor, birbirinden lezzetli yemekler yapıyor, seviyor ve seviliyor. Başarılı bir kariyere sahip ayrıca. Ne var ki bir gün UCLA’de yaptığı bir konuşma sırasında ilk kelimesini kaybediyor. Hatırlamakta güçlük çekişini, zekâsı ve mizah duygusuyla geçiştiriyor ama bu defa da ertesi gün Manhattan sokaklarında koşarken dönüş yolunu bulamıyor. Sonrası nörologdan alınan randevu ve 50 yaş kadını için nadir görülen bir hastalık: Erken başlangıçlı Alzheimer...
Bu hastalık, gece yarılarına kadar elinde mikroskop, hazırladığı beyin preparatlarını incelediği için adı ‘mikroskoplu psikiyatr’a çıkan Dr. Alois Alzheimer’dan adını alıyor. Hastalığın tüm dünyaca ciddiye alınması 1994 yılını buluyor; Ronald Reagan Alzheimer olduğunda... Oysa Dr. Alzheimer, hastalığı Auguste D. Dosyası ile tıp dünyasına sunduğunda yıl 1906. Yaptığı hastalık tanımının tıp
Geçtiğimiz eylül ayında Bursa’da verdiği konserde 2015’te 40’ıncı sanat yılını tamamlayıp aktif müzik hayatını bitireceğini söylemişti Sezen Aksu. Ardından da eklemişti: “Çocukluğumdaki kim-
senin bilmediği saf yaşantıma geri döneceğim”. O saf yaşantıdan bir kesitle karşımıza çıktı geçen hafta. Çocukluğunda kardeşiyle başından geçen bir olaydan esinlenerek bir hikâye yazdı. Bu hikâye senaryolaştırıldı. Animasyonlarıyla, kostümleriyle, şarkılarıyla dört başı mamur bir prodüksiyon aşamasından geçip sahneye kondu, çocuklar için ‘Sezuş’un Hikâyeleri: Efe ve Bulut, Osman Bey’e Karşı’ adıyla.
Gözünü kırpmadı
‘Sezuş’un Hikâyeleri’ni izlemeye Ali’yle birlikte gittik. Kız kardeşimin oğlu Ali. İki buçuk yaşında... Özgürlüğüne pek düşkün, fazla hareketli... Annesini onun yaşlarındayken oyalamak için televizyonun karşısına oturtur, videoya Sezen Aksu’nun başrolünde oynadığı ‘Minik Serçe’yi koyardım. Evladım köşe minderi gibi hiç kıpırdamadan izlerdi filmi. Bitene kadar yerinden kalkmazdı, ben de arkadaşlarımla oynardım. En az 160 kez izlemiş olmalı. Filmdeki bütün şarkıları ezbere bilirdi. Bakalım 25 yıl sonra Ali de annesi gibi bir başka Sezen Aksu çalışmasını pür dikkat
Öykünün burçlarını koruyan kalemlerden biridir Karin Karakaşlı. Roman, şiir, çocuk kitabı, deneme, inceleme gibi edebiyatın pek çok alanında eser vermesine rağmen benim bir okur olarak ‘öykü’yü emanet ettiğim yazarlardandır. Sesi güzel, tadı leziz, kokusu muazzam bir Türkçedir onun öykülerinde karşımıza çıkan. Değişime açık kurgusu nefes aldırır, en netameli temalara. Konularında hep bir insan sıcağı vardır, satırlardan akıp okurun avucuna dökülen. Velhasıl iyi gelir okuyana onun öyküleri, üzse de, buruklaştırsa da, iyi gelir. Tıpkı Can Yayınları’ndan çıkan yeni
öykü kitabı “Yetersiz Bakiye”dekiler gibi.
Berlin’den İstanbul’a
Radikal Kitap’tan Efnan Atmaca’ya verdiği röportajda kitabının adını şöyle açıklıyor yazar: “Kitap adı bana kendini hep fısıldar. Bugüne kadar düşünerek bulduğum bir ad hiç olmadı. Geçen haftalarda vapura binerken turnike geçişinde İstanbulkart’ın içindeki tutar yetmeyince, geçit vermeyen demiri böğrüme yedim ve mekanik bir kadın sesi ‘Yetersiz bakiye’ dedi. Günlük hayat içinde böyle uyarılarla, kurallarla karşılaştığımız daha pek çok an var. Bağlamı dışına çıkarıldığında her biri çok farklı anlamlara gelebiliyor. Benim öykülerde hep kalakalan, sağ
Yarısı derli toplu, yarısı boyanmak üzere toplanmış bir ev. Oturma odasında lila rengi saten geceliğiyle Marcia arzı endam ediyor. Eşyaların üzerleri örtülmüş, duvar kâğıtları sökülmüş haldeki diğer odada boyacı Walter var. Birbirlerinden habersiz ikili, boyacının su almak üzere Marcia’nın tarafına geçmesiyle karşılaşıyor. Marcia tatilden yeni dönmüş ve evdeki boyanın çoktan bittiğini düşünüyor. Ama işte birtakım aksilikler olmuş ve iş olduğu gibi ortada. Marcia, Walter’ın varlığından son derece rahatsız, küçümser bir edayla konuşuyor onunla; bir an evvel işini bitirip gitmesini istiyor. Boyacı işinin başına döndüğü sırada kapı çalınıyor ve Jane giriyor içeri. Marcia’yı bir gece önce kocası Brian’la gördüğünü ve bu durumu Marcia’nın kocasına anlatacağını söylüyor. Akşam tekrar uğramak üzere kapıyı çarpıp dışarı çıkıyor. Konuşmalara şahit olan Walter ile Marcia arasında hızlı bir suç ortaklığı kuruluyor. Karşılıklı oturup sherry içerek dertleşmeye başlıyorlar. Çıkarlar söz konusu olunca sınıf farkı filan kalmıyor, iki eski dost gibi, bir muhabbet, bir muhabbet...
Farklı ve keyifli bir deneyim
Bir de plan yapıyorlar, akşam Jane geldiğinde Walter, Marcia’nın otoriter
Zihnimizde hayatımızla ilgili kayıtları saklayıp, onları çağırdığımızda gelmelerini sağlayan hafıza, kimliğimizi oluşturan bileşenlerden en önemlisi belki de. Hatırladıklarımızla var olur, kendimiz oluruz. Gerçi hafıza-i beşer nisyan ile maluldür; insan unutur, unutmaya yatkındır. Hatta iyi ki de öyledir, bazı şeyleri unutmadan devam etmek zordur zira. Ama ya tamamen unutursak? Geçmişle aramıza kurulan hafıza köprüsü tümden zarar görürse bir gün, misal, kafatasına alınan darbe sonucu oluşan travmatik bir amnezi geçirirsek neler olur? Kaybolup giderse hafıza?
Bu soruya yanıt veren filmlere bir yenisi daha eklendi: Yönetmenliğini Rowan Joffe’un yaptığı ‘Uyuyana Kadar’. Sabah uyandığında hiçbir şey hatırlamayan, gün içinde kendisiyle ilgili anlatılanları uyuyana kadar koruyup, ertesi sabaha yine anısız şekilde uyanan Christine’in hikâyesi bu. 2012’de Doğan Kitap’tan aynı adla çıkan, S.J. Watson imzalı gerilim romanı ‘Before I Go to Sleep’in sinema uyarlaması.
İlgiyi canlı tutuyor
‘Uyuyana Kadar’ bir ilk roman ama dünya çapında 1 milyon satıldı, yayımlandıktan kısa süre sonra. Hakları tam 42 ülke tarafından alındı. New York Times’ın çok satanlar listesinden haftalarca inmedi.