Galata Özel Rum İlköğretim Okulu bir tür harikalar diyarı bugünlerde. İKSV’nin düzenlediği 2. İstanbul Tasarım Bienali’nin ana sergi mekânı olan okulun her bir odasında birbirinden ilginç tasarım örnekleriyle karşılaşıyoruz. Tasarımın sadece göze ve incelmiş zevklere hitap eden birtakım objelerden ibaret olmadığı epeydir biliniyor. Tasarım Bienali de bu bilginin altını çiziyor bir kez daha. Ama gerçekten de renkli kalemlerle. Hem çok şaşırıyorsunuz, hem gülüyorsunuz, hem eğleniyorsunuz hem de dışarıdaki hayatı, misal korkunç İstanbul trafiğini unutuyorsunuz, orada geçirdiğiniz zaman dilimi içinde.
Gözlemim o ki okula giren çıkmak istemiyor. Daha ilk katta insanın başını döndüren bir kahve kokusunu içinize çekerek -bizzat tadarak- çıktığınız merdivenlerin ulaştırdığı tasarımlar bienalin temasını doğruluyor: “Gelecek Artık Eskisi Gibi Değil”. Bienalin direktörü Deniz Ova’nın da dediği gibi, bütün bu işler tasarımın yaşam kalitesini artırmadaki potansiyelini sorguluyor; bu anlamda geleceğe dair müşterek fikirlerin üretimine, disiplinler arası işbirliklerine kapı açıyor. Bu durumda kimse geleceğin ‘eskiden’ hayal edildiği gibi bugüne oranla ‘sıradan’ olabileceğine ihtimal
Güzel,
sıcacık bir “hayalle-rinin peşinden git” filmi Çağan Irmak’ın bu hafta gösterime giren “Unutursam Fısılda”sı. Küçük bir kasabada yaşayan Hatice’nin kaymakamın oğlu Tarık’a âşık olup, onunla birlikte şarkı söylemek için İstanbul’a kaçışının, Ayperi oluşunun hikâyesi... Bunun o kadar kolay olmadığının, cesaret istediğinin de hikâyesi... Ama bir kere yazmaya başlanınca, hayatı nasıl güzelleştirdiğini, ona nasıl anlam kattığını ve sona gelindiğinde pişmanlık duymamanın verdiği huzuru da anlatıyor ki bunlar filmi iki misli kuvvetli kılıyor. Öyle toz pembe bir hikâye değil. ‘70’lerin müzik dünyasında bir yerlere gelebilmek için çok uğraşıyor Ayperi... Bir de geride bıraktıkları var, vicdanını sızlatan ablası Hanife, inme inen baskıcı babası, hiçbir iz bırakmadan yaşayıp giden annesi... Zamanla evliliğinde ortaya çıkan sorunlar, çıktığı kadar, indiği şöhret basamakları, magazin basınının can yakan haberleri... Ama o ne yapmak istediğini bilen, buna tutkuyla bağlı, “Yine olsa yine yaparım” diyen kararlı insanlara özgü kudretle, önüne çıkan her zorluğu, bu da hayattandır, üstesinden gelinmelidir diyerek aşıyor. Hayat onu yarım asır kadar sonra kendisinden ölesiye nefret eden
Sahne üzerinde sahneyle açılıyor İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı “Geçtim Ama Tiyatrodan”. Kosova Devlet Tiyatrosu oyuncuları “Godot’yu Beklerken”in provasında. Canları epey sıkkın. Çünkü uzun bir zamandır maaşlarını alamıyorlar. Prova sırasında Spor Bakanı müfettişi bir emrivakiyle beliriveriyor yanlarında. Yakında Kosova’nın bağımsızlığının ilan edileceğini ve Başbakanlık’ın o tarihte devlet tiyatrosu oyuncularının bir gösteri sahnelemesini istediğini söylüyor. Bunun için ayrılan bütçeyi duyan yönetmen de oyuncular da heyecanlanıyor. Ama ne hikmetse bu işle Spor Bakanlığı görevlendirilmiş ve daha da fenası bağımsızlık günü belli değil. Hal böyle olunca hemen hazırlıklara başlıyorlar. İki gün içinde de ilan edilebilir bağımsızlık iki ayda da... Ne var ki ilk günden daha büyük sorunlarla karşılaşıyorlar: Başbakanlık genelgesindeki konu sınırlamaları, sansür içerikli istekler... Tabii bir de Başbakan’ın o gün okuyacağı bağımsızlık bildirgesinin oyunun içine yedirilmesi meselesi var... Ki metni bağımsızlık günü Başbakan okuyuncaya dek almalarsöz konusu değil.
‘Devlet arkanızda’
Yönetmen, siyasilerin oyunda kendi istekleri doğrultusunda hareket etmelerinin tiyatro adına
Edebiyat magazininin çok tartışılan konularından biri Fitzgerald Ailesi’yle ilgilidir: Acaba Amerikan edebiyatının en büyük yazarlarından olan Scott Fitzgerald mı karısı Zelda’yı mahvetti yoksa Zelda mı Scott’ı? Genel görüş, çılgın, nevrotik hatta ‘soytarı’ Zelda’yı suçlamak yönündedir. Bu savın en önemli savunucularından biri de Hemingway’dir.
Therese Anne Fowler’ın Doğan Kitap’tan çıkan kitabı “Zelda Fitzgerald’ın Romanı”nı okuyana dek Zelda taraftarı olmakla birlikte kafam da karışıktı doğrusu. Ama bu muhteşem kitaptan sonra düşüncelerim berraklaştı. Sanmayın ki 450 sayfalık kitap sadece bu merakı gideriyor... Her şeyden önce, birbirinin mahvına neden olan kadınla erkeğin ikisinden birini mahkum etmenin yanlışlığını fark ettiriyor. Dans ediyorsunuz, yazı yazıyorsunuz, resim yapıyorsunuz... Bir dolu yeteneğiniz var ama bunlar birtakım nedenlerle baskılanıyor, gelişimlerine izin verilmiyor... Zelda’nın hikâyesinde olduğu gibi kocanız tarafından yahut bir başka nedenle... Bu durumda ışımak çok zor. Hayatta ben de varım demek... Koşullar ne olursa olsun, mücadele etmek gerektiğini, vazgeçmemenin kıymetini anlatıyor roman. ‘Yol gösterici’ gibi bir sıfatla onu tarif etmek zor.
Samimiyet kıymetli bir kelime. Ben onun mucizelerine pek inanırım. Bir kere kuvvetli bir antidepre-sandır, can sıkıntısına iyi gelir, kaygıyı azaltır. Affetmeyi kolaylaştırır. Birini sevme ya da sevmeme nedeninizdir. Merhametle şefkatle yakın ilişki içindedir, arkadaşını söyle bana hesabı... Güvende hissettirir. ‘Yalan dünya’ klişesine antitez yaratma kudretindeki dünyalıların en önemli özelliklerinden biridir. “Ne var ki günümüzde...” diye başlayıp azlığına, zor rastlanırlığına vahlanan bir cümle kurmayacağım.
Daha dün Cem Yılmaz’ın ‘Pek Yakında’sını görmüş, en sağlam örneklerinden birine rastlamışken.
Film eleştirmenleri, ‘Pek Yakında’ ile ilgili birbirinden güzel eleştiriler kaleme aldı. Filmi sinema referanslarına göre değerlendirip hatırı sayılır övgülerde bulundular. Eleştirmen değilim. Ama Türkiye’nin en köklü sanat dergisi Milliyet Sanat’ı uzun yıllardır alanında uzman isimlerle birlikte hazırlayan bir kültür sanat gazetecisi olarak, iyi eleştirmenleri bilir, hakkaniyetli olanları olmayanlarından ayırt edebilirim. O yüzden sağlam argümanlarla yazılmış, filmi izledikten sonra da gönül rahatlığıyla altına imzamı atacağım son derece profesyonel ve ‘haklı’ övgüleri
Bir fincan kahvenin 40 yıl hatrı olduğu bir kültürde, insanın hayatına dokunan kitap ve yazarların hatrı ne kadardır? Benim hesaplarıma göre bir ömür. Bu ömürlük hatrı olan kitaplarım arasında en sevdiklerimden biri de Prof. Dr. Engin Geçtan’ın “İnsan Olmak”ı. Üniversiteyi yeni bitirmiş, kendini tanımaya, yönünü bulmaya çalışan bir genç kızken, ‘90’ların başında okumuştum 1983 tarihli “İnsan Olmak”ı. Aradan geçen 20 yılda defalarca okudum, her yaşımda bana insan olmakla ilgili yeni kapılar açtı. İnsan denen o dipsiz kuyunun en tekinsiz yanlarıyla bizi yüzleştiren kendi alanının başyapıtıydı. Onu okuyan birçok insanın hayatını değiştirdi.
Daha sonra Geçtan ne yazdıysa okudum, kütüphanemin en kıymetli raflarında gözüm gibi baktım her birine: Yedi roman ve psikiyatri alanında yazılmış sekiz kitap. Bir kez de Geçtan’la söyleşi yapma şansım oldu. Hayran bırakan bir birikim, su gibi akan nefis bir Türkçe, insana huzur veren sıcacık bir gülümseme, ‘tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi olma’ hali...
Yakın arkadaş gibi...
Geçen cuma, internette yeni çıkan kitaplara bakarken Geçtan’ın “Rastgele Ben” adlı bir kitap yazdığını ve ön siparişlerin başladığını gördüm. Heyecanımı
Bu yıl Cannes Film Festivali’nin açılışını yapan Olivier Dahan’ın yönettiği “Grace of Monaco”nun haberleri çıkmaya başladığından itibaren, filmi takibe aldım. Cannes gösterimi sırasında yabancı basın tarafından topa tutuldu. Geçen hafta Türkiye’de vizyona girer girmez de bizim sinema eleştirmenlerimiz yerden yere vurdular onu.
Sonuç mutsuz bir prenses
Hakkında yazılıp çizilen her şeyden haberdar olarak, beklentimi fazla yüksek tutmama gayretiyle gittim bu hafta filmi görmeye. Kültür sanat alanında gazetecilik yapan biri olarak değil, bir Grace Kelly hayranı olarak izledim. Eleştirmenlerin dikkat çektiği olumsuzlukları görmemek mümkün değildi. Özellikle Grace’i canlandıran Nicole Kidman’ın donuk ve ifadeden yoksun yapmacık yüzü, sürekli sigara içerek Fransa-Monaco arasındaki gerilimi yönetmeye çalışan Prens Rainier’nin trajikomik hali (Tim Roth)... Fenaydı kabul. Ama bir ‘yaklaşım’ vardı ki onu görmezden gelmek, önemsememek imkânsız. En azından benim için: Grace Kelly’nin yaşadığı çatışmadan, oyunculuğunu kullanarak çıkması.
Filmde, sinemayı bırakıp Monaco’ya prenses olan Grace Kelly’nin yaşadığı peri masalının üstünden 5 yıl geçmiş. “Masal gibi bir hayatımın olduğu
Uzunca bir süredir hayatımızda selfie, Türkçeleştirilmiş adıyla ’özçekim’. Ne zaman facebook’a girsem yahut instagram’a, sayamayacağım kadar çok selfie’yle karşılaşıyorum. Özel günlerde çekilmiş olanları bir kenara koyarsak, durum çoğunlukla vahim. Telefonun kamerasını kol mesafesinden kendine tutup çekilen bu fotoğraflarda, en çalışılmış bakışlar var. Sahibi tarafından onlarca deneme sonunda arkadaşlarla (!) paylaşılmasına karar verilmiş görüntü, ‘like’larını bekliyor. Önce fotoğrafın sahibi beğeniyor o kareyi, sonra da bizim beğenmemizi bekliyor. Ne kadar çok ‘like’ varsa o kadar çok ‘mutluluk’... Caravaggio’nun ‘Narcissus’ tablosunu hatırlatıyorlar bana, hayranlıkla sudaki aksine bakan Narcissus’u... Sonları benzemez umarım. Zira artık tehlikeli bir hal de aldı. Selfie çekeceğim diye düşüp orasını burasını kıranlar var. En son köprüde intihar etmek üzere olan adamla özçekimini yapan polis örneğindeki gibi vicdanı elden gidenler de... Kendini beğenmek, beğendirmek bunlar insani şeyler. Ama ‘narsisizm’ ile aralarında ince bir çizgi var ki kimsenin öteki tarafı deneyimlemesini istemem; Narcissus gibi eriyip bitmesini, dış dünyayla tüm bağlarının kopmasını...
Uzaktan selfie