Sevdiğiniz
bir işi yapıyorsunuz. Sizi çok seven iyi kalpli, başarılı, zengin biriyle evlisiniz. İki güzel çocuğunuz, büyük bir eviniz var. Cenevre gibi huzurlu bir şehirde yaşıyorsunuz. Bütün bunlar mutlu olmak için yeterli midir? Linda için hayır! 31 yaşındaki bu güzel ve ‘şanslı’ kadın bir sabah, mutsuzluktan yataktan çıkamayacak halde uyanıyor. Bir yanda sahip oldukları şeyleri kaybetme korkusu, diğer yanda onların artık kendisi için fazla bir şey ifade etmemesi. Her şeyi zorla yapıyor, dişini fırçalamaktan tutun da çocuklarına kahvaltı hazırlamaya kadar. Ama bir yandan da bunu belli etmemeye, mutluymuş gibi yapmaya çalışıyor. Hissettikleri ve yaşadıkları birbirini tutmayan her insanın kaderi olan ‘çatışma’ onu her geçen gün bir girdabın içine çekiyor. Tam da o sırada karşısına gençlik aşkı Jacob çıkıyor. Mutsuzluğuna çare olur umuduyla Jacob’la bir ilişkiye başlıyor. Velhasıl kocasını aldatıyor.
‘Meğerse varmış’
Paulo Coelho’nun Can Yayınları’ndan çıkan ve bir hafta içinde 120 binlik ilk baskısının 100 bini tükenen son romanı ‘Aldatmak’ın kısa özeti bu. Aldatmak konusu sinemanın da edebiyatın da aslında hayatın da sık kullandığı bir tema. Bu konuda söylenecek yeni
Bizim kuşak 1980’lerin başlarında ‘yazlık’ kültürüyle tanıştı. İstanbul’da oturanlar, yazla birlikte üç aylığına şehrin dışındaki sahil yerleşimlerine taşınmaya başladı. En popülerleri Kumburgaz, Gümüşyaka, Silivri’ydi o zamanlar. Yazlık kültürü elbette İstanbul’la sınırlı değil. Tarihi ise Osmanlı’ya kadar uzanıyor. Hem çok renkli hem de çok şaşırtıcı bir hikâyesi var. Bu hikâyeyi anlatan, gerçekten çok etkileyici bir sergi açıldı bu hafta Salt Beyoğlu’nda: “Yazlık: Şehirlinin Kolonisi”.
Sergi, sözünü ettiğim hikâyeyi mimari, hukuki ve edebi kaynaklar temelinde yürütülen araştırmalar ekseninde anlatıyor. Bunu da yazılı belge, çizim, fotoğraf, film, maket ve mobilyadan oluşan zengin bir malzeme çeşitliliğiyle yapıyor. Öte yandan SALT Araştırma başta olmak üzere çok sayıda kurumun arşivinden içerikler, ailelerinin yazlık fotoğrafları ve sanatçı işleri de sergide
yer alıyor.
Merkez İstanbul
Sergi, bir sahil beldesinde ev sahibi olma arzusunun tetikleyicilerini ve neticelerini ortaya koymayı amaçlamış. Bunu da başarıyla yapmış.
Öncelikle 19. yüzyılda Osmanlı saray halkı için sayfiyenin merkezinin İstanbul olduğuna dikkat çekiliyor. 1930’lu yıllarda mimarlık
Anksiyete... Kaygı hali... Hepimizde az ya da çok bulunan. Dünya yıkılsa umurunda olmayanın da her an başına kötü bir şey gelecek endişesiyle kıvrananın da velhasıl her canlının bir gün tattığı... Kiergegaard’a göre ‘insan olmanın bir parçası’. Benim de iyi bildiğim bir ruh halidir. Hayatımda hiçbir zaman çok rahat biri olmadım. Hep kaygılı bir yanım vardı. O yan ki kimi zaman çok alevlenip hayatı az zehir etmemiştir bana. Kendisi için ciddi bir mesai harcadım. Çok da okudum bu konuda. Son okuduğum kitap ise içlerinde en eğlenceli olanıydı ki cuma günü raflarda yerini aldı: Okuyan Us Yayınevi’nden çıkan “Maymun Aklı/ Anksiyete Bozukluğu Yaşayan Bir Adamın Akılalmaz Derecede Komik Hikâyesi”.
‘Kişileştirilmiş kaygıydım’
Aslında hiç de komik değildir anksiyete çekenin hali. Canı öyle çok yanar ki... Ama şöyle de bir şey var, yaşınız ilerledikçe, ‘ya giderse, ya kaybedersem, ya işten atılırsam, ya delirirsem’ türü kaygılı felaket senaryolarınızın bininci kez gerçekleşmediğini anlayınca kaygı seviyeniz de azalıyor. Biraz mizah duygunuz varsa, yaşadıklarınıza katıp eğlenceli hikâyeler çıkarabiliyorsunuz. Tıpkı kitabın yazarı Daniel Smith’in yaptığı gibi.
Yazarın anksiyeteyle
Son üç dört yıldır, zincir kitabevlerinin ve internetteki kitap satış sitelerinin hazırladığı çok satanlar listelerinde değişmeyen, ilk ondaki yerini her hafta, her ay düzenli olarak koruyan bir yazar-kitap çifti var: Sabahattin Ali ve “Kürk Mantolu Madonna”. Sabahattin Ali kitaplarını yayımlayan Yapı Kredi Yayınları’nın verdiği bilgiye göre, “Kürk Mantolu Madonna” 1983’te YKY’de yeniden yayımlanmaya başladıktan bugüne 66 baskı yapmış. YKY’de şimdiye kadar toplam 700 bin adet satmış. Sözünü ettiğim üç dört yıllık zaman diliminde ayda ortalama 10-15 bin arasında satmaya devam ediyor. Stokları bitmek üzere ve eylülde 67. baskısını yapacak.
Bu rakamları anlamlandırmanıza yardımcı olmak için şu bilgileri vermekte fayda var. Türkiye’de, eğer Elif Şafak, Ahmet Ümit, Ayşe Kulin kalibresinde değilse bir yazar, kitapları tek baskıda ortalama 2 bin adet olarak basılıyor. Türkçesi düzgün, kurgusu iyi ortalama bir kitap en fazla 4-5 baskı yapıyor, yazarın bir sonraki kitabına kadar geçen birkaç yıl içinde. O kadar fazla kitap basılıyor ki, raf ömürleri kelebeklerle yarışıyor her birinin. Yerini yenileri aldıkça unutuluyor, bırakın çok satanlar listesinde senelerce kalmayı, baskıları da
Adamın biri bir gün kralın kapısını çalıp ondan kendisine bir tekne vermesini ister. “Tekneyi ne için istiyorsun?” diye sorduğunda kral, “Bilinmeyen adayı bulmak için” diye cevaplar. Saçma gelir krala bu durum, bilinmeyen ada mı kalmıştır? Hepsi haritalarda vardır zaten. “Neyin nesiymiş bu ada?” diye sorar bu kez. Adam kararlı bir şekilde “Bunun cevabını bilseydim ada zaten bilinmeyen olmaktan çıkardı” der. Bilinmeyen bir adanın olmaması imkânsızdır ona göre.
Uzun pazarlıklardan sonra tekne sözü almayı başarır adam. Bir de yol arkadaşı vardır, artık işini değiştirme vaktinin geldiğini düşünen, sarayın temizlikçi kadını. Liman reisiyle konuşup bilinmeyen adayı bulmak için açılacağı okyanuslar için en uygun olan tekneyi seçer adam. Aradığı bir diğer özellik de bu teknenin saygı duyacağı, ona saygı duyacak bir tekne olmasıdır ki reisin önerdiği karavela bu özelliğe de uygundur. Onların arasında da bir bilinmeyen ada var mıdır, yok mudur polemiği başlar. Adam aynı kararlılıkla savunur varlığını. Bir de ricada bulunur reise: “Başıma bir kaza gelse bile en son vardığım noktayı liman kayıtlarına geçirmeni istiyorum”. “Mühim olan varış değil, gidiştir mi demek istiyorsun?“ diye sorar
Şarkılarda, şiirlerde, filmlerde, aşk, sevgi, hasret gibi kavramlarla anılan İstanbul, aynı zamanda savaşılması, yenilmesi gereken, masumiyetini kaybetmiş bir güç gibi gösterilir. Bu savı çürüten, kentin masumiyetini olanca güzelliğiyle ortaya çıkaran bir sergiyi gezdim: Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi’nde (AnaMed) açılan “Masum Bir Kent: Gündelik İstanbul Üzerine Mütevazı Fikirler”...
İlginç ayrıntı
Serginin çıkış noktası Orhan Pamuk’un Çukurcuma’da açtığı, son romanıyla aynı adı taşıyan Masumiyet Müzesi. Bildiğiniz gibi romanın kahramanı Kemal Basmacı’nın Füsun’a olan aşkını anlatan gündelik hayattan topladığı eşyalardan oluşur müze. Serginin küratörü Koç Üniversitesi öğretim üyesi Ian Alden Russell, müzenin ilham verdiği sergiye nasıl karar verdiğini Milliyet Sanat dergisinin ağustos sayısında okuyabileceğiniz röportajda şöyle anlatıyor: “Müzeyi ilk kez, açıldıktan hemen sonra 2012’nin yaz aylarında ziyaret etmiştim. Müzeyle ilgili romanı da okumuştum. Ama fark ettim ki müzeye gelen diğer ziyaretçiler romanı okumamış, sadece böyle bir müzenin açıldığını duydukları için oradalardı. Bu izlenimin ardından, müzeye bu şekilde gelen ziyaretçilerin
Bu yıl mart ayında NTV’de ekrana gelmişti, Nebil Özgentürk’ün “Asırlık Yüzler Belgeseli”. Şimdi de Pfizer’ın desteğiyle DVD formatında, yanına eklenmiş bir kitapçıkla birlikte satışa sunuldu. Televizyonda yayınlanırken izleyememiştim belgeseli. Yeni çıkan DVD’si bu hafta elime geçti. Üstelik ilginç bir sohbetin ertesi günü. Arkadaşlarımla yemek yerken içlerinden biri 95 yaşında bir tanıdığından söz etti. Bütün işlerini kendisinin gördüğünden, arkadaş toplantıları öncesi mutfağa girip kek, kurabiye yaptığından, çok özlediğinde uçağa binip torunlarını görmeye farklı şehirlere gittiğinden. Enerjisine hayran kalmakla birlikte ikiye bölündük. Bir kısmımız ‘ben de 100 yaşımı görmek isterim’ diyordu, benim de içinde bulunduğum diğerlerimiz ise ‘o kadar uzun yaşamak sıkıcı olabilir, istemem’ görüşündeydik. Dediğim gibi, ertesi gün işe gittiğimde Özgentürk’ün belgeseliyle karşılaşınca hemen izlemeye koyuldum. Zira belgeselde yüz yaşını aşan insanların hikâyeleri anlatılıyordu ‘yüz yılın sağlığı, yüzyılın tanıklığı’ özelinde. Sahiden de nasıl bir şeydi bir asrı sağlıklı bir şekilde devirmek?
Üç darbe, iki dünya savaşı
DVD’de izlediğimiz 29 kişinin verdiği sırların ortak yanları da
Gazeteciler, bir yayını eline aldığı zaman künyesine bakmadan geçmez. Kim çıkarmış, yazı işlerinde kimler var, görsel yönetmeni kim, kim dağıtıyor gibi meraklarımız vardır. Kutlukhan Perker’in Penguen’den çıkan yeni dergisi Türk Mucizesi’ni elime aldığımda aynı sorulara cevap bulmak için künyeye baktım en önce. Bir genel yayın yönetmeni Perker’in adı, bir de grafik tasarımcı Sedat Gösterikli’nin... Bu kadar mı? Bu kadar. Aynı sayfadaki ‘dergi çalışanlarını tanıyalım’ bölümünde ise şu isimler var: Masa lambası, cetvel ve gönye takımı, kapı, kahve makinesi, yangın söndürme şeysi, havalandırma penceresi... 52 sayfalık koca bir çizgi mizah dergisi ve tamamını M. K. Perker hem çizmiş hem yazmış. Bildiğiniz mucize. Mucize çünkü dergide yekpare bir öykü anlatılmıyor. 13 farklı çizgi öykü, Anadolu rock grubu bateristi Timur Abi, NASA’nın gece vardiyasında çalışan bir Üsküdarlı olan Altan, sinirlenince boyu kısalıp rengi yeşile dönen Hulki, elinde çiçekle yürümenin zorluğunu anlatan romantik adam Nazım Taşocak, matematik öğretmeni Funda Hanım’la imkânsız bir aşk yaşayan edebiyat öğretmeni Faruk Bey, torunu Ekrem’le Arda’nın Atletico Madrid’de attığı maçları bilgisayardan izleyen Hacı