Birkaç gündür New York’tayım. “Isaac” adı verilen tayfun, başkanlık seçimi haberlerini bile bastırmış durumda.
Körfezi cehenneme çevirmiş bu Isaac...
TV’de gerçekten dehşet veren görüntüler yayınlanıyor.
Doğanın bu müthiş öfkesine karşı nasıl da ciddi, sürekli, üstün teknolojiye dayalı mücadele var.
İstanbul’da “deprem” olasılığı aklıma geliyor da, tüylerim diken diken oluyor.
Daha bir hafta önce Tophane’de çıkan yangına itfaiye araçlarının ecüş bücüş daracık sokaklarda viraj alamadıklarını, tıkaç gibi bırakılmış otomobiller nedeniyle de yangın yerine ulaşamadıklarını TV’de izlemiştim.
Küçük bir yangında hal böyleyken bir depremde olabilecekleri düşünmek bile ürperti veriyor.
Belki de bu acı veren durum “modern şehircilik modeli” yoksunluğu yüzündendir.
New York’un birbirine paralel avenüler ve onları doksan derecelik açılarla kesen caddeler ve sokakları...
Paris’in Etoile Meydanı’ndan yıldız gibi açılan geniş bulvarları ve bu eksenlerde açılan caddeleri ve sokakları şehircilik bilincini yansıtır.
Diğer pek çok Batı kenti hatta Moskova da şehircilik bilinciyle oluşmuştur.
Hepsinin ortak özelliği çok geniş meydanlara ve parklara sahip olmaktır.
New York’un Central Park’ı iri bir ilçe alanı kadar geniş...
Yemyeşil.
Çevresinde yürüyüş pisti olan gölleri ve bir de hayvanat bahçesi bile var.
Konser alanlarını, restoranlarını, kahvelerini de ekleyeyim.
Central Park New York’un akciğeri.
Günboyu on binler orada.
Ne hazindir ki İstanbul’da doğru dürüst bir park da yok.
Yokuşa kurulmuş Yıldız bu işleve cevap vermiyor.
Düz alanlar gerek.
Oraların da hepsi tıkış tıkış apartman ve oteller.
Şişli, Mecidiyeköy, Talimhane; Londra’nın Hyde Park’ı, New York’un Central’i gibi bir über park yapılabilirdi.
Daha 19. yüzyılın sonunda Şişli dolaylarında 150 bin metre karelik bir alan sergi için düşünülmüş.
Elbette bunun etrafı da çok geniş bir park...
Mimari projeye göre sergi alanında bazı binalar “modern” olacak.
Diğerleri ise “milli karakteri” yansıtacaktı.
Temeller atılmıştı.
Ama...
Temmuz 1894’te “büyük deprem” o projeyi rafa kaldırttı.
Ayrılan para, depremin yaptığı hasarın onarılmasına harcandı.
Doğanın öfkesi İstanbul’un kaderini değiştirebilecek girişimi yok etmişti.
Felaketler karşısında bilinçli, ciddi, kararlı, yüksek teknolojiye dayalı mücadele, doğaya karşı üstünlük, insan odaklı kazanımların ötesinde ulusların özgüvenini de besler.
ART ROCK
Bu kadar yıldır New York’a gelirim ama o kadar istediğim halde karşı sahildeki “Riverside Cafe”ye bir türlü gidememiştim.
Bu kez gruptaki Ali Tufan’ın önerisiyle Brooklyn’e geçtik.
Manhattan’a göre elbette kenar semt.
Ünlü gangsterleri yetiştiren mahalleler.
Bazı bölgeleri hala tekin değil.
Ama sanat ve özellikle müzik burada bir damarı oluşturmuş.
Ertuğrul Özkök burayı iki yıl öncesinden anlatmaya başlamıştı.
“Bağımsız (independent)” rüzgarı o kenar sokaklarda esiyor.
“İndependy” diyorlar.
“Hard Rock”ı andıran bir ismi de var Brooklyn rockçılarının...
“Art Rock (rock sanatı)” adını vermişler.
Yakın geleceğin müziğinde “Brooklyn Okulu” söylemi çok işitilecek.
Oradaki bir barda öğle yemeği sonrası Riverside Cafe’ye geçtik.
Boğazdaki kıyının bar restoranları gibi bir konumu var.
Asıl etkileyici olan kapıdan girmemizle beraber bizi saran harika çiçek kokularıydı.
İçerisi çiçek serası dışarısı çiçek bahçesi.
Ve harika bir ses düzeniyle derinden gelen piyano konçertoları.
Bir “cafe-restaurant”ta klasik müzik yayını alışılmış şey değil.
Bu müzikle müşterinin kaçırılacağı sanılır.
Oysa tam tersi.
Salon ve terasta müşteri sayısı ölü saate rağmen az değildi. Yavaş sesle fısıldarcasına konuşuyor, bir tatlı huzurun keyfini çıkarıyorlardı.
Bu ortama uygun içki seçimi önemliydi.
“Blue Label” viski “mis...”
Not: 30 Ağustos Zafer Bayramı tüm ulusumuz için kutlu olsun. Büyük Atatürk’ü saygıyla anıyorum.