Bu sütunda 4 Şubat 2013 tarihinde şunlar yazılmıştı:
* Bütçeye gelir sağlama arayışında hükümetin illa da köprüleri ve otoyolları özelleştirmesi (satması) gerekmez.
Bu satıştan beklenen gelir, köprü ve
otoyol geliri karşılığı çıkarılacak borç senetleri ile kolayca sağlanır.
* Bütün bunlara rağmen satış yapılacak ise kamu varlıklarının değerinin altında satılmaması gerekir. Bu açıdan Başbakan Sayın Erdoğan’ın müdahalesi geç kalmış olsa da yerinde bir müdahaledir.
* Kaldı ki, karayolu ve geçiş haklarının satışı, imtiyaz ve iltizam olarak adlandırılır. Satılan köprüler ve karayolları devlet tarafından vergi gelirleri ile yapılmıştır. Devletin Karayolları adında başarılı bir birimi vardır. Bu birim, yılların birikimi ve teşkilatlanması ile köprülere ve yollara
çok iyi bakmakta, yenilerini yapmakta, yaptırmaktadır.
İstanbul’da 250 gramlık ekmeği 1 Türk lirasına satanlar da var, 50 kuruşa satanlar da var. Çok yerde 85 krş’a satılıyor. Bu farklı fiyat aklımı karıştırıyor. Bu ayın 19’unda İstanbul Fırıncılar Odası Başkanı, maya fiyatının yüzde 16 artması nedeniyle 250 gr’lık ekmeğin satış fiyatının 85 krş’tan 1 TL’ye çıkarıldığını açıklamıştı. Başkan İstanbul’da ekmek zammı için 30 Kasım 2012’de Federasyon’dan onay aldıklarını, buna rağmen çok sayıda fırının ekmeği 85 kuruştan satmaya devam ettiğini söylemişti.
Neyin ne olduğunu anlamak için Türkiye Fırıncılar Federayonu’nu aradım. Başkan Halil İbrahim Balcı’dan ekmeğin maliyet yapısını öğrenmek istedim. Kapasiteye göre maliyetin farklı olduğunu anlattı. Yaklaşık bir maliyet hesabı verdi.
İstanbul’da 250 gr. ekmek 1 TL’ye, 1 kg. ekmek 4 TL’ye satıldığına göre acaba bu fiyata nasıl gelinmiş? İnternete girdim. Federasyon Başkanı’nın eski açıklamalarından 1 kg. ekmeğin fiyatının nasıl tırmandığını öğrenmeye çalıştım.
10 yılda 125 krş.dan 400 krş’a
2000 yılında ekmeğin kilosu 50 kr. iken 2002 yılında 125 krş. olmuş. 2012 kasım ayında da 400 krş’a çıkmış.
Acaba köylümüz buğdaya, fırıncılarımız una zammı bastırdıkları için mi ekmek
Toplam yatırım harcamalarında inşaat sektörünün payı giderek arttı. Şimdilerde makine ve teçhizat yatırımlarına yönelen kaynaklar milli gelirin yüzde 11.6’sına gerilerken, inşaat harcamaları milli gelirin yüzde 9.1’i büyüklüğüne ulaştı.
Eskiden hükümetlerin yatırımcı bakanları Sanayi Bakanı, Bayındırlık Bakanı, Enerji Bakanı idi, şimdilerde Hükümet’in yatırımcı bakanı, konut ve çevreden sorumlu olan Çevre ve Şehircilik Bakanı oldu.
Milliyet’in düzenlediği “Sektörün geleceğini birlikte inşa edelim” başlıklı toplantıda dün Çevre ve Şehircilik Bakanı Sn. Erdoğan Bayraktar’ı dinledik.
Önde gelen inşaat gruplarının sahip ve yöneticileri ile önemli belediyelerin başkanlarının katıldıkları toplantıda, kentsel dönüşüm ile inşaat sektörünün durumu, sorunları ve geleceği konuşuldu.
Sektör canlılığını koruyor
Altın fiyatları çıksa da, inse de halkımız telaşa kapılıyor. Çünkü altın fiyatı çok kişi için varlık değer ölçüsü. Altın fiyatı artarken bazılarımız varlıklarının değerinin de arttığını düşünüyor. Altın fiyatı gerilerken de bazılarımız, varlıklarının değer yitirdiğine inanarak üzülüyor.
Hele hele, üç beş ziynet altını olan, kolundaki altın bileziği ve boynundaki altın zinciri bir “güvence” olarak gören kadınlarımız için altın fiyatı çok önemli. Halkımız altın fiyatını Cumhuriyet altınının tam ve çeyrek fiyatından izler.
Son zamanlarda gram fiyatından da izler oldu. Altının gramının fiyatı 100 TL’nin üzerine çıkınca, bu tırmanışın devam edeceği beklentisi ile altın satın aldı. Derken altın fiyatı gerilemeye başladı. Şimdilerde gramı 90 TL’nin altında seyrediyor.
Spekülatörler giriyor, çıkıyor
Halkımız bu fiyat hareketi karşısında ne yapacağını bilemiyor. Yüksek fiyattan satın alanlar daha da düşer endişesi ile satmayı düşünüyor. Altın satın alacaklar daha da ucuzlar diyerek bekleyişte.
Krizden sonra altına talep spekülatörlerden geldi. Dolar ve euro’nun ne olacağını bilemeyenler, faizlerin düşmesi karşısında yeni yatırım alanı arayanlar altına yöneldi. Altın
“Hocam, borsada silkelendim... Çok fena kandırıldım... Ne yapayım?” diyerek ağlaşanların sayıları çoğaldı. Eskiden sokakta görenler “Hocam, döviz alayım mı, satayım mı?” diye sorarlardı. Bir ara “Altın alayım mı satayım mı?” muhabbeti vardı.
Son günlerde, özelikle İstanbul dışındaki şehirlerde, Anadolu’nun değişik şehirlerinde, sokakta yürürken selam verenler, kahvede çay içerken merhaba diyenler “Hisse senedine yatırım yaptıkları için ne kadar kayba uğradıklarını” anlatmaya başladı.
Dert dinlemekten dert sahibi olunur derler ya... İşte o biçim... “Ben borsa işinden anlamam...” diyorum. Onlar içlerini dökmeyi sürdürüyor. “Biz başımıza geleni anlatıyoruz. Başkalarına duyurun ki, bizim gibi yanmasınlar” diyorlar.
Soruyorum “Hangi şirketlerin hisse senetlerini satın aldınız? Şirketlerin ne olduğunu bilerek mi, yoksa tavsiye ile mi hisse senedine para bağladınız?” Cevaplar genelde aynı “Borsaya yeni giren şirketlerin hisselerinin fiyatı çok artar dediler, o hisselerden aldık.” “O şirket küçük ama, yakında hisse senetleri tavan yapacak dediler, o hisseleri aldık...”
Halkı silkeliyorlar
Merkez Bankası, bankalardan para alırken ve bankalara para verirken uygulanan (gecelik) faiz oranlarını çeyrek puan indirdi. Bankaların topladıkları Türk Lirası ve döviz mevduatı karşılığı Merkez Bankası’na yatırdıkları zorunlu karşılık oranlarına bindirdi. Merkez Bankası bir süredir faizleri indiriyor, kanuni karşılıklara bindiriyor. İyi de bu indirme-bindirme operasyonunun ardında ne var? Merkez Bankası’nın derdi ne?
Merkez Bankası;
* Döviz fiyatının daha fazla ucuzlamasını istemiyor.
* Bankalar daha fazla kredi vererek talebi artırmasın ki, cari acık (döviz açığı) büyümesin diyor.
* Bankalar kredi faizini ucuzlatır, piyasalar canlanır ise büyüme hızlanır, enflasyon kıpırdar diye korkuyor.
İşte bunun içindir ki döviz fiyatının ucuzlamasını önlemek, piyasanın canlanmasını frenlemek için faiz oranları ve zorunlu karşılık oranlarıyla oynuyor.
Bakan Çağlayan, uzun süredir “Dünyanın önde gelen otomotiv firmalarının üretimlerinin bir kısmını Türkiye’ye kaydırmaları ve bir Türk sermaye grubunun yerli marka ile binek aracı üretmesi” için çaba gösteriyor.
Dikkat buyurulur ise çaba 2 aşamalı.
(1) Türkiye’de pazar payı büyük olan ve giderek büyüyen otomotiv firmalarının üretimlerinin bir kısmının veya belli modellerinin Türkiye’de üretimi için yatırım yapmaları bekleniyor.
(2) Bir Türk sermaye grubunun tek başına veya bir yabancı sermaye grubu ile Türkiye’de, Türk markası ile binek aracı üretmeleri isteniyor.
Son yıllarda toplam binek aracı satışlarında ithal araç payı giderek artıyor. Belli üretici grupların ürünlerinin pazar payı giderek büyüyor.
2012 yılında ilk belirlemelere göre satılan 555 bin binek aracının 409 bini ithal araç, sadece 145 bini Türkiye’deki yabancı üretici firmaların yurtiçinde ürettikleri araç.
İç pazarda 2012 yılında satılan 556 bin binek aracın hiçbiri bir Türk firmasının üretimi değil.
OECD’nin belirlemelerine göre Türkiye’den yapılan 100 dolarlık ihracatın 41.5 dolarlık kısmı yerli katma değerden oluşuyor. 58.5 dolarlık kısmını ithal katma değer girdisi teşkil ediyor.
n Bu, 100 dolarlık ihracat geliri için 141 $ ithalat yapmak zorunda olduğumuzu gösterir.
n Bu, ihracatımızı artırdıkça ithalatımızın daha hızlı artacağını gösterir.
n Bu, döviz açığımızı (cari açığı) kapatmak için üretimi yavaşlatmanın, talebi frenlemenin işe yaramayacağını, üretimde yapısal değişim zorunluluğunu gösterir.
n Bu, üretimin her dalında ithal girdi kullanımını azaltmamız gerektiğini gösterir.
Üretici üretim aşamasında doğrudan ithalat yapar veya başkalarının ithal ettiği yabancı girdileri kullanır.
Buna ek olarak bir de dolaylı ithal girdisi kullanımı vardır. Örneğin otomobil üreten bir firma, doğrudan başka ülkelerden ithal ettiği parçalara ek olarak içeriye yan sanayiden parça temin eder. Lastik alır, demir çelik parça alır. Elektrik, mazot kullanır. İçeriden temin edilen lastiğin, demir çeliğin, elektriğin, mazotun da ithal girdisi vardır. Bunlar dolaylı ithal katma değeri oluşturur.