Levent Köprülü

Levent Köprülü

-

Tüm Yazıları

Rekabet öyle bir kızıştı ki markalar artık sadece yeni modellere değil, müşteriyi sünger gibi içine çekecek mükemmellikte showroom’lara da para harcamaya başladı... Yani “bir dükkan, masa ve sandalye, yanına da bir otomobil” devri kapandı...

Sektörün duayen isimleri hep anlatır... Türkiye’de üretim yapan markaların tek tük bile olsa bayileri bulunsa da genelde insanlar otomobillerini fabrikalara kadar gidip teslim alıyordu. Yerliler dışındaki markalar, genelde galeriler kanalıyla satılıyordu. Özellikle 1980’li yılların ortasından itibaren ithal markaların distribütörler kanalıyla getirilmeye başlamasıyla, Türkiye’de “basit anlamda” showroom konseptinin doğduğu, bunun da bir dükkan, masa ve sandalye, kimi zaman da yanında bir otomobilden ibaret olduğu söylenir hep.
Sonrası ise malum. Bir showroom salgını, ardından plazaya geçiş ve ipin ucunu kaçırış. İpin ucunu kaçırış diyorum çünkü ekonominin kimi zorlu dönemlerinde bu plazaların masrafını çıkarma telaşına düştüğünü hatta kapandığını, dinlediğim anılardan değil de bu kez bizzat gördüklerimden hatırlıyorum. Nitekim her biri ciddi yatırım ve personel gerektiriyor. Üstelik markaların belirlediği standartların da karşılanması şart. Hele de markalar, “Tüm dünyada showroom’larım aynı görünmeli” gibi bir telaş içindeyse...

“E, konsept de değişti!”
Elbette bunun için çok değişim geçirildi. Bazı markalar kimi zaman “beş yılda bir” kimlik değiştirip tabeladan mobilyaya showroom’larını da yeniledi. Unutmuyorum, bir marka, bayilerine fazla yük gelmesin diye tüm dünyada mobilyalarını Ikea’dan aldırıyordu.
Yine de masraflıydı işte.
Peki müşteriler bunu beğeniyor muydu? Kimisine sorarsanız “evet”, kimisine sorarsanız da “hayır” cevabını alırsınız. Bir kere Türk tüketicisinin, plazalara girerken destur çektiği ve alacağı otomobilin showroom’un gösterişliliği nedeniyle daha pahalı satılacağı dönemler oldu başlarda. Sonraları tüketici de alıştı bu konfora. Dahası istendi. Önceleri televizyon,
cam bardakta çay servisi derken, çaylar fincanda gelir, kahve de ikram edilir oldu. Bilardo masası, ayakkabı boyacısı (lostra diyelim), sinema salonu, çocuk oyun salonu bile eklendi.
Otomobillerde teknoloji çabuk ilerledi... E, bu nedenle istekler, dolayısıyla konsept de değişti. Küresel kriz sonrası model seferberliği telaşı kısmen de olsa atlatılırken, şimdi sıra marka imajına geldi.
Gerek yönetimsel zorunluluklar gerekse de mevcut plaza yapılanması nedeniyle Türkiye’de şimdilik biraz
erken olsa da Avrupa’da markalar showroom’larını artık şehir
merkezlerine açmaya başladı. Ama sadece showroom tabii! Yani servisi olmayan, sadece araçların sergilendiği mağazalar olarak. Yani müşterinin gelmesini beklemek yerine, insanların arasına karışmaya, onların yaşam alanlarına yakın olmaya başladı.
Son birkaç yıldır Amerika’da ve Çin’de de ortaya çıkan bu eğilim, dijital teknoloji desteğini de arkasına aldı. Bir yandan resim galerisi ya da Gucci, Tiffany & Co. mağazası kılıklı showroom’lar yaratılırken, diğer yandan da farklı deneyim yaşatma derdine düşüldü. Showroom’da araç bulunmasa bile, üç boyutlu teknolojiyle “görsel keşif” yaşatılır oldu.

Restoranları bile var
Jaguar ve Land Rover bir-iki yıl önce böyle bir showroom uygulamasını birkaç ülkede başlattı. Audi ise Londra ve Pekin’de 420 metrekarelik minik mağazalarda bu işi yapıyor. İçinde toplam dört araç bulunan, yılda 50 binden fazla kişinin ziyaret ettiği, müşterilerin dijital bir ekranda istediği donanım, renk ve özellikte aracı “sanal olarak” yaratıp görebildiği sistemler. Al sana showroom işte.
Bunun yanında Paris’te, meşhur Champs-Elysees’de Citroen, Renault, Toyota ve Peugeot’nun ciddi showroom’ları da yok değil. Burası dijital deneyimden çok, markanın kimliğini “koklamak” isteyenler için. Buralarda her ay farklı bir sergi ya da otomobil koleksiyonu yer alırken, moda etkinlikleri ya da sanat sergileri de yapılabiliyor. Üstelik restoranları bile var. Öncelikli amaç otomobil satmak değil, markanın farkını hissettirmek.
Günün birinde her marka, kendi sadık müşterisini yaratmanın ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlayacak. Çünkü müşteriler de bir süre sonra bunu arayacak. Belki daha çok insan, söze “benim markam” diye başlamak isteyecek. Rekabet gereği rakiplerinden müşteri çekmek isteyen markalarsa, “Bakın, bizim de...” diye başlayan cümlelerinin içini çok iyi doldurmak zorunda kalacak. Kazanan kim mi olacak? Tabii ki biz...
İyi pazarlar dileğiyle.

Haberin Devamı

Bir masa  ve sandalye devri kapandı

HAFTANIN GÜZELİ

Haberin Devamı

Gencim, güzelim, elektrikliyim...
Bu cici şey, eski model bir otomobil değil. Eskitilmiş hiç değil. Ama biraz kopya çekilmiş gibi görünüyor tabii. Kendisi Hollanda doğumlu, markası da Carice imiş. Her ne kadar direksiyonda yakışıklı bir erkek çocuğu, yanında da güzel bir kadın olsa da bence yer değişmeleri gerekirdi. Çünkü Carice, genelde kız çocuklarına verilen bir admış! Yani otomobilimiz, genç bir kız çocuğu kıvamında. Patlak farlarına aldırış etmezseniz, otomobilin yoldaki gidişine bakıp “Gencim, güzelim, rüzgar gibi giderim!” der gibi göründüğünü düşünebilirsiniz. Ama o elektrikli. Yani “Gencim, güzelim, elektrikliyim!” demesi gerekiyor. Haksız mıyım?