Siz telefonunuzla karanlıkta keyifli dakikalar geçirdiğinizi sanıyorsunuz ama etraftan deniz feneri gibi görünüyorsunuz
Geçenlerde Alkan Avcıoğlu’nun yazdığı yazıda “Tam da budur” dedirten tespitler var. Bir kere sinemada cep telefonu zili istenmiyorsa, ayıpsa, “Aman cep telefonumuz çalmasın, insanların film seyri bozulmasın” diyorsak aynısı telefonun ışığı için de geçerli. Çünkü birisi telefonuyla oynamaya başladığında, yüzünü tıpkı B sınıfı bilimkurgu filmindeki gibi aydınlatan bu ışık sadece sahibine yansımıyor.
Yani siz sevgili telefonunuzla baş başa keyifli dakikalar geçirdiğinizi sanıyorsunuz ama kötü bir haberim var, etraftan karanlıktaki deniz feneri gibi görünüyorsunuz. Ne yaptığınızı herkes görüyor. Tamam, Twitter’da geyik yapmayı, Facebook’ta kaç like aldık diye bakmayı, Instagram’ı kim takip etmeye başladı diye kontrol etmeyi biz de seviyoruz ama sinemada yapmasak şu işi... Zaten her yerde 24 saat yapıyoruz, bari sinemada yapmasak.
Kapatın şunları!
Bu konuyu tartıştığım bir arkadaşım, “Film kötü çıktıysa ne yapalım, sıkıntıdan patlayalım mı?” şeklinde bir argümanla üzerime geldi. Tipik bir modern çağ insanı olarak “her şeyden sıkılma” ve tipik bir Türk gibi
AKP’nin parti tüzüğüne göre üç dönem üst üste milletvekilliği yaptıysan artık tamam, görevini fazlasıyla yerine getirdin, sana teşekkür ediyoruz, azıcık kenara çekilip yeni gelenlere yol açman gerekiyor. Bunu biliyoruz.
AKP bu kuralı neden koymuş en başta? Yıpranma var, körelme var, eskime var, işlevsizleşme var, yozlaşma var, güç ve iktidar zehirlenmesi var. Var da var. Bunlar olmasın diye.
Siyasete değişen şartlara göre taze kan gelsin, hareket yeni yüzlerle ve isimlerle geleceğe yürüsün. Mantık bu.
Bu kurala uyan ve yıllar içinde tanınan AKP’li bazı önemli şahsiyetler yeni Meclis’te olmayacak. Hatta Ali Babacan gibi genç siyasetçiler dışındakiler belki bir daha hiçbir Meclis’te olamayacak. Muhtemelen artık emekli olup anılarını yazacaklar. Çok zorladılar, aman etmeyin, biz gene Meclis’e girelim dediler ama olmadı. Partinin en üst düzeyi kuralı bozmadı.
Ben AKP’nin bu kuralını seviyorum. Siyasette olması gerekeni sağlamak için konulmuş bir kural. Olması gereken, değişim ve devir teslimdir. Kimse hayatının sonuna kadar aynı yerde aynı mevkide kalmamalı, aynı işi yapmamalı. Bazen kontrol sende olur, bazen sadece danışılan abi olursun. İkisi de iyidir, ikisi de saygındır.
Bugünlerde azıcık kültürden veya sanattan bahsetseniz, müzik zevkinizden ya da mimari ve estetik değerlerden laf açsanız yafta hazır: Elitist misin?Alın o halde size elitizm...
Halid Ziya Yeşilköy’deki köşkünde hastadır. Peyami Safa onu ölümünden
bir ay önce ziyaret eder. Geç kalmış olduğunu anlar. Adeta Uşakizade Halid Ziya olarak tanıdığı kişi gitmiş, yerine ölmek üzere olan, kendi deyişiyle bir “vekil” bırakmıştır. Yüzü ve gözlerinin ruhuyla bağlantısı kesilmiş, başı 79 yılın ağırlığıyla yastığa gömülmüştür. Ancak Halid Ziya birden canlanır: “Evladım Peyami, gazetede bir yazı yaz da sor bakalım, ‘Meyhane mi bu, bezm-i tarabhane-i Cem mi?’ şarkısının güftesi kimindir?”
Safa yazıyı yazar, Yenişehirli Avni, Ziya Paşa ve Leskofçalı Galip arasında tereddütler devam etmektedir. Yazı yayımlandıktan sonraki ziyaretinde bu meselenin
hastayı canlandırdığını görür. Her ilaçtan daha iyi gelmiştir
bu tartışma.
Öleceğini bilen birinin mutluluk verici sözleri
Safa şöyle aktarıyor: “Biraz canlandı. Uzviyetinin toparlanır gibi olduğu bu anı kaçırmamak için gerçekleşmesini özlediğim ümitleri ona aşıladım:
Pannonica Jazz yaz-kış kalabalık olan Bodrum’un kaliteli müzik ihtiyacını 12 ay açık kalarak karşılayacak; Bodrum severlere duyurulur...
imse kusuruma bakmasın Bodrum deyince benim aklıma kazık lahmacun yiyip jetski’leriyle koylarda köpükler saçarak dolaşan göbekli adamlar, sevgilileri ve motoryatları geliyor. Siz bunun yanına biraz ünlü, biraz az ünlü ve çevrelerindeki asistan, kanka halesini ekleyin, böyle bir şey. Benim suçum değil, artık bir-iki istisna hariç Bodrum bu. Durum değişir mi? Bilemem. Ama ilgimi çeken iyi niyetli işleri paylaşmak isterim.
İyi yapılmış müziğe açık
“Bodrum’un yazı meşhur da cazı da meşhur olabilir mi?” sorusunu geçenlerde doğru kişiye sorduğumu düşünüyorum. Caz müzisyeni Ali Perret gönülden bağlı olduğu Bodrum’da bir caz mekanı açtı: Pannonica Jazz. Bakalım ne diyor?
“Çocukluğumdan beri Bodrum’la bir bağlantım var. Sonraki yıllarda, kriz dönemlerinde, özellikle 1990-1995 arasında Bodrum’da yaz-kış yaşadığım dönemlerim oldu. Bodrum’da bulunduğum toplam 30 yıl içinde müzik ve sanat konusunda bir şeyler yapmaya çalıştım. Bir sanatçı olarak, sosyal sorumluluk olarak gördüğüm Pannonica’yı bu yıl hayata geçirdim. Caz ağırlıklı ama sadece caz
Charlie Hebdo katliamından sonra basın ve ifade özgürlüğü tartışılırken HDP Diyarbakır milletvekili Altan Tan konuya Meclis’te düzenlediği bir basın toplantısıyla şu şekilde katkı sunmuştu:
“Sırf sosyetik olacak, fikir özgürlüğü olacak, üç tane sahte naylon beyaz Türk beni alkışlayacak diye dinimden imanımdan vazgeçecek halim yok.”
Sizi üzüyor olabilir, hoşunuza gitmeyebilir. Ama ifade özgürlüğü diye bir şey var, buna sahip çıkmak herkes için önemli. Bu kadar basit bir konuyu bile böyle kulağından tutup çevirip, işi birilerini aşağılamaya getirmek artık o kadar normal ki kimse üzerinde durmadı.
Ben bu açıklamayı garipsediğimi, özellikle her gün televizyonlarda özgürlük, halkların kardeşliği, demokrasi diyen birinden duymayı garipsediğimi o zaman yazmıştım. Şimdi HDP, Tan’ı aday göstermeme kararı alınca bu ifadesi yeniden aklıma geldi.
Acaba HDP seçimlerde iletişim kurmaya çalıştığı kitleyi “üç tane sahte naylon beyaz Türk” diye aşağılayıp ötekileştiren birinin yeni Meclis’te kendisine ve Türkiye’ye faydalı olamayacağını düşünmüş olabilir mi? Öyleyse isabetli bir karar almış. Çünkü hakikaten bu dilin ve anlayışın gelecekte yeri yok. Olmamalı.
Ben bu tarz konuşmanın
FBI’ın IŞİD’e katılmak üzere Türkiye’ye gitmeden gözaltına aldığı Amerikalı kardeşlerin anlattıklarına bakılırsa Batı’daki Müslüman gençler arasında bunun anlamı cihada katılmak
Şikago’dan İstanbul’a üç bilet. Tek gidiş. Dönüş bileti var mı? Yok. Dönüş tarihi belli mi? Hayır. Nereye gidiyorsunuz? Tatile. Bu muhtemel konuşma sonrası, yine muhtemelen, gençler FBI tarafından durduruluyor. Elbette FBI onları bilet aldıkları için gözaltına almıyor. Uzun süredir internet üzerinden IŞİD’e insan kaynağı sağlayan ve tebliğ yapan siteleri takibe alıyorlar. Bunlarla bağlantı kuran gençler araştırılıyor ve takip ediliyor. Binlerce Müslüman genç var internetteki sitelerde IŞİD mensubu “cool” gençlerle yazışan.
İslam devletinde hayat
FBI’ın ele geçirdiği ve Rolling Stone dergisindeki yazıya konu olan Hamza, Meryem ve kardeşleri bunlardan sadece birkaçı (yazıda gerçek isimler kullanılmamış).
Hamza diyor ki FBI ajanına, “İstanbul’a gidecek, oradan otobüsle Adana’ya geçecektik”. Ellerinde bir telefon numarası var. Adana’da kendilerini karşılayacak olan kişi onları sınıra götürecek. Oradan başka biri gelip sizi içeri alacak ve işte ütopyanın göbeğindesiniz. Bu kadar kolay. Ne karışan var
Yeni nesil festivalcilikte dev isimlerle anlaşıp bu isimler üzerinden bilet satmak ve etkinliği tanımlamak artık ikinci planda
Yılın belli mevsimlerinde, müzik yazarıysanız şu soruya maruz kalırsınız: “Bu sene kimler geliyor?” Eskiden bu soru ve yanıtı anlamlı olurdu. Zira Ahmet San’ın 90’lardaki konserlerinden sonra uzun süre pek ünlü isim uğramamıştı memlekete. 2000’lerde konser organizasyonculuğu ve festivalciliğin gelişmesiyle her yıl “sanatçı getirme” işinin bir yarışa dönüşmesi biraz bundandı. Her yıl gelen isimler sıralanır, bu isimler tartışılır, sosyal medyada (o zaman Ekşi Sözlük ve Facebook) muhabbetler döner, bilet satışı buna göre yapılırdı. Organizatörler kimseye bir türlü yaranamaz, ya seyirciden protesto yer ya da illa biz yazar ve gazetecilerin eleştirilerine maruz kalırlardı.
Bugün bu sistem geçerli değil. Zira gelen geldi. Hatta şu anda Türkiye’de ikinci, üçüncü turlarında bazı mühim isimler. Artık “ilk kez geliyor” heyecanı olmadığından sırf isimle estirilen fırtınalar da tarih oldu. Millet doydu. Kimse “Bu sene kim geliyor?” sorusunu sormuyor. Hatta gelenlerin ilgi çekmeyeceği açık.
Tam da bu noktada, ruhu olan festivaller ve etkinlikler öne çıkıyor.
Efendim, güzide memleketimizi, cennet vatanımızı Batılılara tanıtacak filmde oynaması gündeme gelen dünya starı Julianne Moore kültür bakanlığımız tarafından bu işe uygun bulunmamış. Ben aklımdaki dört adayı paylaşmak isterim.
- Sting: Madem varklıklı, nitelikli sofistike turist bekleniyor, adamımız Sting’dir. Belli bir yaş grubundaki kalburüstü kadınları ve erkekleri memlekete çekeceğine şüphe yok.
- Angelina Jolie: Türkiye’nin muhtelif yerlerindeki yardıma muhtaçların, mağdurun, ezilmişin yanında oyunculuğuyla göz doldurabilir. “Turkey: Home of fakir fukaralık garibanlık ve/veya gelir dağılımındaki uçurum” şeklinde gerçek ve tartışma yaratacak bir belgesel turizm tanıtım filmi ise çığır açar. Sundance’te, Cannes’da açılış filmi olur. Bu haliyle zengin entelektüellerin memleketi bir vicdan turizmi destinasyonu olarak fark etmesi sağlanır. Hiç tesis olmayan, el değmemiş bölgelerde yepyeni bir turizm patlaması yaşanır.
- Sean Penn: “Bu lanet Meksikalıya kim yeşil kart verdi” şeklinde espri yaparak Oscar ödül töreninde Meksikalı yönetmen Inarritu’yu kendine has farklı bir “eleştirel” yöntemle selamlayan Penn, bizim filmde de aynı esprinin farklı versiyonlarını Kürtler,