Metallica’nın 13 Temmuz’daki İstanbul konserinde neler olacak, kulis nasıl bir yer, arkada neler oluyor? Almanya’dan, Hamburg Imtech Stadı’nda yapılan Sonisphere festivalinden bildiriyorum size...
Metallica bu yılki turnesinde hayranların doğrudan konsere katılımı fikri üzerine inşa edilen “istediğiniz şarkıları çalıyoruz” tadında yeni bir uygulamaya imza atıyor: “Metallica by Request”. Şarkıları internette oyluyorsunuz, en çok istek alanlar çalınıyor. Bunlar önceden açıklanıyor. Sadece bir şarkıya o gece konser sırasında karar veriliyor. Üç şarkı arasında yapılan SMS oylamasında -ki bu ekrana yansıyor konser sırasında- en fazla oylanan şarkı, sonunda çalınıyor.
Arada önceden kaydedilmiş, “haydi oy verin, favori şarkınızı çalalım” tadındaki mini klipleri gösteriyorlar. Konser sırasında James Hetfield “hadi bakalım oylama nasıl gidiyor” tadında gaza getiriyor. Adeta Eurovision. Açık konuşayım, bu konsepte çok ısınamadım. Konseri interaktif bir bilgisayar oyununa çevirmişler. Ama hayranlar çok eğleniyordu. Herkes mutluydu. Hele hele bazı şarkıları anons etmeye sahneye çıkan hayranları görecektiniz. Türkiye’de benzer bir uygulama olacak.
Bizim izleyici birinci sınıfmış
Neden firmalar yerli sanatçılarımıza sponsor olmuyor da her yaz bir sürü festival ve konser vesilesiyle yabancı sanatçılara sponsor oluyor? Her şey bitti, sıra bu tartışmaya geldi galiba
Neden mesela Justin Timberlake ve Bob Dylan gibi yabancı sanatçılara sponsor olunuyormuş?
Efendim yerli sanatçılara neden sponsor olunmuyormuş... Neden mesela Justin Timberlake’e olunuyormuş... Neden yabancı sanatçıların sahneye çıktığı festivallere paralar gidiyormuş... Neden Lady Gaga, Metallica, Bob Dylan, Neil Young falan da bizim popçular değil?
Aslında Justin Timberlake o kadar da iyi değilmiş. Sıradanmış. Bizim sanatçılarımız daha iyiymiş ama desteklenmiyormuş. Bizim sanatçılara o imkanlar verilse kim bilir neler yaparlarmış.
Yabancı konserlere verilen paralara acımalıymışız. Çünkü bu paralar yabancıya gidiyormuş. Neden yerli sanatçıya gitmesinmiş paralarımız... Bunu söyleyen beyefendinin telefondan arabaya, bilgisayardan ses sistemine, televizyondan ilaca, içilen meşrubata, kullandığı sosyal medyaya kadar her şeyi “yabancı”. Bunu dert etmiyor, bundan sıkıntı duymuyor.
Bizim ülkemizde neden bilim yok, neden teknoloji yok, neden hâlâ sadece fason üretim yapıyoruz, neden AVM
Grubun gitaristi Kirk Hammett ile Hamburg’da, İstanbul konseri, yeni albüm, baba olmak üzerine konuştuk, hayranların seçtiği şarkıları yorumladık
Sahnede çalacağınız şarkı listesini hayranlara yaptırma fikri nasıl çıktı?
Fikir menajerimizden geldi. Bizim de hoşumuza gitti. Daha önce bu tip şeyler yapanlar oldu ama bugün teknolojiyi kullanarak hayranlarınla daha yakın bir ilişki kurabiliyorsun. Konser günü de telefonlarını kullanarak oyladıkları üç şarkıdan birini o anda çalmamızı sağlıyorlar.
Biz aslında çok daha karanlık, daha önce çalmadığımız, albümlerimizde gölgede kalmış şarkıları bulur çıkarırlar diye düşünüyor, merakla bekliyorduk. Bir de baktık her zaman çaldığımız şeyleri dinlemek istiyorlar. Ülkeden ülkeye bir iki şarkı değişiyor ama liste genellikle aynı.
Hayal kırıklığı var mı?
* Birinde insanlar topluca namaz kılıyor. Diğerinde insanlar topluca açıklama yapıyor.
* Birinde meydan açık, her şey serbest, konuşmalar, sloganlar, ifade özgürlüğü tam. Diğerinde meydan kapalı, her şey yasak.
* Birinde inanılmaz bir organizasyon ve tek yerden yönetilme yönlendirilme var. Diğerinde halkın karışık ve birbirinden kopuk eylemleri ve anlık kararları söz konusu.
* Birinde jimmy jib denen dev hareketli kameralar bile kurulmuş. Protesto değil sanki rock konseri kaydediliyor. Diğerinde tek kamera ellerdeki telefonlarda.
* Birinde platformlar kuruluyor, ilahiyatçılar, öğretim görevlileri kalabalıkla dualar ediyor. Diğerinde kurulan tek şey polis bariyerleri.
* Birine yurtdışından katılım var (Suudi İmam). Diğeri yerli.
* Birinde insanlar “dua ederken ağlayan İmam”ı görmek için izdiham oluşturuyor. Diğerinde zaten herkes ağlıyor.
Barselona’dan, Primavera Sound Festivali’nden bildiriyorum. Burada dert tasa yok. En büyük sıkıntı konsere nasıl yetişeceğim, ne yiyeceğim, öne nasıl giriliyor?
Bu yıl 15’inci yaşını kutlayan Primavera Sound belki de 2000’li yılların ruhunu
en iyi yansıtan canlı müzik organizasyonu. Kökleri 70’lere uzanan pek çok büyük festivalin aksine o yeni dönemin müziklerini, indie, alternatif sanatçıları ve dinleyiciyi bir araya getiriyor. Hakikaten ana akım dışında alternatif müzik dinleyen biri için burası cennet. Herkes marjinal, herkes kendine özgü, herkes gönlünce vakit geçiriyor, kimse kimseyi yargılamıyor. Biz çok uzak kaldık böyle şeylerden.
Yeşili az bir festival
Dünyanın bütün hipster’ları burada. “Hipstermetre” diye bir şey olsa normalin yaklaşık 100 katı hipster’a maruz kaldığımız kayıt altına alınırdı. Ama cidden zor iş hipster’lık. Babaanne topuklularıyla o kalabalıkta yürümeyi deneyin bakalım.
Ya da göğsünüze kadar inen hipster sakalıyla ve boyunda fular Thai yemeği kaşıklayın, anlarsınız ne demek istediğimi.
Türkiye bir sene boyunca o günü konuştu. Kimi kızdı, kimi sahiplendi, kimi lanetledi. Geçen yıl tam bugün, 31 Mayıs’ta Türkiye’de bir şeyler değişti
Artık kimsenin ne gazdan ne sudan korkusu var. Kalabalığa karışıyorsun ve bir dakikada her korku geride kalıyor. Haklı olmanın verdiği o güç var ya, her türlü silahtan daha güçlü.
İnsanlar kalabalık gördüğünde şöyle düşünüyor: “Bunları biri toplamış.” Lisanlarına bile yansımış. Onlara göre insanlar kendileri toplanmaz, birileri onları toplar, güder.
Biz orada kendimiz toplandık. Koyun değiliz, bizi kimse gütmedi.
O yüzden şaşkınlık. O yüzden polisin müdahale çaresizliği. Kapalı kapıların ardından dönen bir pazarlık falan yok çünkü. Gaza, suya, şiddete, plastik mermiye, TOMA’ya karşı oturarak, hareketsiz durarak, pasifçe direnen sıradan insanlar.
Gezi’deki ağaç nöbetinin başladığı ilk, ikinci ve üçüncü gün, özellikle 31 Mayıs gecesinde Beyoğlu İstiklal’deydim. Meydana açılan taraftaki barikatta en ön sıralara kadar ilerledik.
Biz. Her zamanki arkadaşlarım dostlarım, mahalleden tanıdığım selamlaştığım adını bile bilmediğim insanlar. Okurlar. Liseden, üniversiteden sınıf arkadaşlarım, mahalleden çocukluk arkadaşlarım; her
“Lüks kafelerde otururlar, deniz gören yalılarında Boğaz’a nazır villalarında otururlar. Ellerinde akıllı telefonlarıyla ahkâm keserler, yalan söylerler... Bunlar sadece varsın demlensinler.”
Yıl 2014. Konuşan Başbakan. Ama manzara 70’lerdeki Türk filmi. Eksikleri tamamlayalım. Boğaz’a nazır villada oturan kalantorun evinde avizeler, oymalı kakmalı koltuklar da var. 24 saat robdöşambr ve elinde viskiyle dolaşır. Kötülük yapar. Fakirleri aşağılar. Başbakan’ın bu tabloya katkısı, ağızdaki puro gitmiş, ele akıllı telefon gelmiş. Kötülük 140 karaktere bürünmüş. Twitter, Boğaz’a karşı viski yudumlayan “zengin-kötü”lerin kullandığı bir aygıt olarak sunuluyor. Yeni Türkiye bu olsa gerek.
Bu, Anadolu insanının gözünde İstanbullu “seçkin”in görüntüsü. Bu klişe, bu kötülük karikatürü bugün de aynen devam. İşe yarıyor mu? Valla yarıyor.
Başbakan zekice bize çok iyi bildiğimiz bir Türk filmini izletiyor. O filmlere hepimiz aşinayız. Hepimiz o patrondan nefret ediyoruz. Hepimiz fakir ama onurlu gencin yanındayız.
Ben bu klişeler eski Türkiye’de kaldı sanıyordum. Mesela eskiden “çember sakallı” kötü dindar vardı. Ya da yobaz köy hocaları, imamlar. Onlarla el ele ağalar. Onlar
Dünyanın yeni bir Michael Jackson albümüne ihtiyacı var mı emin değilim ama ne pahasına olursa olsun albüm satmak isteyen yöneticilerin var
Belki biliyorsunuz, “Xscape” isimli albüm, Michael Jackson’ın hologramının
bu şarkıları söylediği bir lansman ile tanıtılmıştı... Hologram özellikle tanıtım sektörü için güzel ve pratik
bir şey. Normalde ünlülerin asla yapmayacağı şeyleri hologramı yapar. Michael Jackson yaşasa
ne bu tanıtıma çıkar ne de zamanında çöpe attığı bu şarkılardan bir albüm yapardı.
Bilinen bir gerçektir, çoğu sanatçının ölüsü dirisinden çok kazanır. Plak firmaları da ölü sanatçılara bayılır, emri hak vaki olunca onlardan neler kazanacaklarını hesaplamaya başlarlar.
Bu Elvis için de böyledir, Bob Marley için de, Nirvana için de, Müslüm Gürses için de... Amy Winehouse öldü, altı ay geçmeden yarım kalan işleri derlendi ve piyasaya sürüldü (bence bu albüm türünün en iyilerindendi). Bu tip uygulamalar, siz beğenin ya da beğenmeyin sektörde normal. Kaldı ki bu tip her albüm kötü de değil. Kimilerinde günışığına çıkmamış kayıtlar kullanılır, kimilerinde yarım kalan şarkılar düzenlenir. Bazılarında koleksiyoner ruhuna sahip olanlara hitap eden “demo”