Konserler, etkinlikler iptal edilmesin; bilet gelirleri Soma mağdurlarına destek olsun. Pozitif’in
bu yaz devam edecek etkinliklerini “Soma için müzik” şemsiyesi altında toplamasının özeti bu
Ne zaman bir acı yaşansa, ne zaman toplumsal olarak bir şeylere tepki gösterilse, duyarlılık tavan yapsa, konserler iptal. Tiyatro gösterileri iptal, festivaller iptal, konuşmalar iptal, paneller iptal.
Önce kültür-sanat duruyor. Son bir yılda yüzlerce konser ve etkinlik bu tip nedenlerden dolayı ertelendi ya da iptal oldu. Pek çok işletme zarar etti, birçok kişi işinden gücünden, gelirinden oldu.
Herkes işine devam ediyor ama bu sektörlerde çalışanlar en büyük bedeli ödüyor. Neticede maden kazası sonrası madenlerde iş durmadı ama konserler iptal oldu.
Diyeceksiniz ki bu kadar acı var, sen neyin derdindesin? Şunun derdindeyim: İnsanlar hem üzülüp hem hesap sorup hem tepkisini belirtip hem de kültür-sanat faaliyetlerini sürdüremez mi? Kültür-sanat demek etkinlik demek, konser demek sadece el çırpmak göbek atmak değil ki? Bir caz konseri, bir klasik müzik konseri, bir tiyatro oyunu sadece “eğlence” midir? Bunları izlemek bizi daha az vicdanlı, daha duyarsız mı yapar? Plazalardaki
Cennet vatanda iktidar değişti, paranın sahibi değişti, bürokrasinin sahibi değişti, köylü değişti, kentli değişti, her şey değişti bir tek şey değişmedi: Faciaların ve felaketlerin sorumlusu her zaman o felaketin kurbanı.
Önlenebilir kaza, tedbir, güvenlik falan yok. Her şey felaket. Ya Allah’tan ya da “bunlara müstahak
Banka batar mesela, muhakkak o bankaya parayı yatıranlar kabahatli olur: “Bunlara müstahak, yatırmasaydınız paranızı.” (Bankerler dönemini hatırlayanlar hatırlamayanlara anlatsın...)
2004’teki Pamukova hızlı tren kazasını unuttuk mu? 41 kişi öldü. Dava zaman aşımına uğradı. “126 km azami hızla geçilmesi gereken yerden 130’la geçilmiş. Biz ne yapalım” dendi. Bakan yıllar sonra “Kalıcı rahatlık için, geçici rahatsızlıktan ötürü özür diliyoruz” dedi, bugün şu kadar insan taşıyoruz diye rakamları okumaya devam etti. Olur böyle şeyler...
2009’da İstanbul’u sel bastı, 31 kişi öldü. Çok değil 5 yıl önce. Milyar dolarlık yatırımların bulunduğu sanayi bölgesinde, toplu konutlar yapılan alanda. Doğal olarak gözler altyapıya çevrildi. Belediyecilikleriyle övünenlere “Bu nasıl belediyecilik?” diye soruldu, yanıt neydi? “Biz ne yapalım o kadar yağmur yağdıysa.”
Sın
Kulaklık markası Beats by Dr. Dre’nin Apple’a 3.2 milyar dolara satışı gündemdeydi. Fırsatı kaçırmayalım, kulaklık meselesine şöyle bir bakalım dedik
Nathaniel Baldwin adındaki Amerikalı, 1910 yılında Utah’taki evinin mutfağında, kendi geliştirdiği, sesi yükseltmeye yarayan “kafa seti”ni karşısında oturan ordu görevlisinin başına yerleştirdi. Adamın gözleri yerinden fırladı. Kulaklarında sadece kendisinin duyması için tasarlanmış bir ses vardı. I. Dünya Savaşı yoldaydı ve Amerika’nın önemli bir artısı oluyordu.
O sırada bağırarak konuşmak suretiyle ilk “kulağında kulaklıkla bağırarak konuşan adam” oldu mu kayıtlarda yer almamış. Ama bu ilk kulaklıktı.
Müzik devriminin yoldaşı
Baldwin 104 yıl sonra kendi icadının, üzerine “b” harfi konmuş olan gelişmişini üreten bir rap yıldızının, firmasını 3.2 milyar dolara Apple’a satma yolunda olduğunu görse ne derdi acaba? (“Rap ne?”, “Apple kim?” ve “Baslar çok yüksek” olabilir mi?)
Dr. Dre’nin kurduğu ve geliştirdiği Beats By Dr. Dre markasıyla parlayan Beats Audio geçen hafta Apple’a satılma yoluna girdi. Marka o kadar büyüdü ki kendisiyle birlikte sektörü de büyüttü.
Neil Young’ın kendi halinde çalıp söylediği cover şarkılardan oluşan
“A Letter Home” isimli albüm dedenizden kalma bir taş plak gibi tınlıyor. Tek fark; bu albüm yeni
Neil Young’ın son yıllardaki en önemli meselesi internetteki kalitesiz müzik. Müziğin ses kalitesini düşüren mp3 yerine (Young buna müziğin fotokopisi diyor) plak hatta stüdyodaki orijinal kayıt kalitesinde müzik paylaşımı sağlayacak bir dijital format ve dağıtım sistemi yaratmak... Young’ın bir sürü para yatırdığı platformun adı Pono ve yakın gelecekte hizmete girecek.
Bunu yapan bir Neil Young’dan ne beklersiniz?
Cayır cayır bir sound’u olan, inanılmaz ses kalitesiyle büyüleyen falan bir yeni albüm. Young bunu yapmadı. Adeta sesi ve tarzı taş plakları andıran bir albüm hazırladı.
Hafif pahalı ama şahane bir hediye
Bu yıl Eurovision’u “sakallı kadın” kazandı. Lakabı bu. Zaten gerçekten de pis sakalları var. Tıpkı Kurtlar Vadisi’ndeki ağır abiler gibi. Tek farkı, o artık kadın. Avusturyalı Conchita Wurst transseksüelmiş. Eminim TRT’ciler bu sonuca bakıp “İyi ki katılmadık, bu ortamda bizim ne işimiz var?” demişlerdir.
Biz puanlamayı beğenmiyoruz diye artık katılmıyoruz ama asıl meselenin puanlama olmadığını sanırım herkes biliyor. Asıl mesele Eurovision’a son yıllarda nasıl söylesem “bir şeyler” olması. Çok fazla ışıltılı, parıltılı elbiseler, kostümler, danslar, şarkılar...
Muhtelif ülkelerdeki forumlara, basında çıkan haberlere bakacak olursanız Eurovision artık dünyanın sayılı gay etkinliklerinden. Her yıl pek çok ülkeden muhtelif profildeki katılımcılar burada en iyi şarkıyı yarıştırıyor hesapta ama bu artık geçmişte kaldı. Teknik olarak şarkılar yanında kostümler, şovlar ve mesajlar yarışıyor.
O kadar çok içinde barış, insanlık, kardeşlik falan geçen şarkı var ki ortam adeta güzellik yarışması... Zaten Eurovision’da çok şey değişti ama değişmeyen şeyler de var. Her zaman ısmarlama yapılmış aynı yavanlıkta bir sürü şarkı. Bu ülkelerde bu müzik mi yapılıyor yani diye soruyorsunuz
Düşünüyorum da galiba biz müzikten hoşlanmıyoruz. Ya da basbayağı nefret ediyoruz. Her yıl verilen müzik ödüllerine bir de bu açıdan bakmaya ne dersiniz?
Dünyanın her yerinde “pop müzik” var. Dünyanın her yerinde geniş kitleler tarafından “tüketilmek” için “üretim” yapan, herkesin ortak zevkine hitap eden bir “eğlence sektörü” var. Dünyanın her yerinde daha fazla insanın dinlemesi, satın alması amacıyla üretilen şarkılar var. Evet, bunlar var.
Hit şarkılar yapmak,
sözler yazmak sihirli bir iş
Dünyanın her yerinde ortak
beğeniyi belirleyen, genellikle en zevksizin zevkini temel alan bir ticari gereklilik sistemi var. Buna kısaca “Halk bunu sever” deniyor. Peki halk gerçekten bunları seviyor mu? Emin miyiz?
Dünyanın her yerinde birileri birilerinin özene bezene yaptığı müziği dinleyip “Şuraya biraz darbuka koyalım, alta biraz vıcı vıcı atalım, gitarları kısalım, vokali açalım” falan diyor. Bunu biliyoruz.
Kadıköy’ün güzide semti Moda’da 1984’ten bu yana boş duran eski Moda Deniz Kulübü binasında faaliyet var. İnşaattan naklen bildiriyorum...
eçen yaz Moda’da yürüyorum, sahildeki yıkık dökük binanın önünden geçerken kapı açıldı ve içeriden Başbakan’ın danışmanı Yiğit Bulut çıktı. Ben ne olduğunu anlamadan bir arabaya binip gitti. Bir an “Burası da mı Başbakanlık çalışma ofisi oluyor?” diye düşündüm. Ne de olsa bugün Türkiye’deki her beş inşaattan biri Başbakanlık çalışma ofisi...
O an itibariyle sahildeki bu yıkık binayı takibe aldım. Gelişmeleri izledim. Bir süre sonra binanın çevresi örtüldü, kapıya bir tabela kondu. Tabelada “Pek yakında hizmetinizdeyiz” tadında bir şeyler yazıyor. Anlayacağınız araştırmak, neler oluyor öğrenmek farz oldu bana.
Bu bina Moda Deniz Kulübü’nün ilk binası. Buradaki ilk yapının 1910’da inşa edildiği söyleniyor. Ardından 30’larda eklemeler yapılıyor, 1984’e kadar Moda Deniz Kulübü binası olarak kullanılıyor. Atatürk’ün isteğiyle kurulan kulübün bu ilk binasına kendisi de gelirmiş, bu yüzden sembolik anlam atfedilen bir yer. 80’lerde kulüp mal sahibiyle anlaşmazlığa düşüyor. Yan tarafa bugünkü kulüp binası yapılıyor ve oraya geçiliyor. Tabii
Her taraf orta direk Rus dolu. Az Alman. Bir iki Türk... Dev gibi bir otel. Basmışlar betonu sahile. Lüks görünümlü. Ama sadece görünümlü. En iyimser tabirle “gücümüz buna yetti” Las Vegas’ı tadında. Girerken kolunuza bir bileklik takılıyor içeride her şey bedava. Aman ne güzel.
Kahvaltıya iniliyor. Devasa bir kahvaltı reyonu, adeta bolluk. Binler arasında yer bul, tabağını koy, o tabağa iki peynir biraz zeytin, biraz preslenmiş hindi salamı koymak için kuyrukta bekle, markasını bilmediğin reçellerden tabağını donat.
Ardından sahil keyfi. Sahile in, in ki tatilin tadını çıkar.
Şezlonglarda yer kapma mücadelesi sonucu kıyıda kenarda Orta Asya steplerinden ya da Sibirya ya da Urallardan ya da Bavyera’nın köylerinden bu şezlonga transfer edilmiş ailelerle omuz omuza denize gir.
Deniz de ne deniz. Akdeniz’in mavi suları olmuş kahverengi. Bir karış suyun dibi görünmüyor. Ne gam. Denizi beğenmediysen havuzda tarzancayı iyi bilen animasyoncularla “Yatcaz Kalkcaz” şarkısı eşliğinde el çırpma ya da havuza atlama eğlencelerine katıl.
Ardından Karla Kola marka koladan ya da Pera marka biradan ya da Eko marka rakıdan içebilirsin.
Akşama doğru gene yemek. Çay için kuyruk, kahve