Başbakan Tayyip Erdoğan, ne partisinden ne muhalefetten ne de toplumdan herhangi bir talep gelmemişken... Ortaya yeni bir öneri attı:
“18 yaşındakilere seçilme hakkı verilsin. Böylece 18 yaşında da milletvekili olunabilsin.”
Malum olduğu üzere milletvekili seçilme yaşı birkaç yıl önce 25’e indirildi. İyi de liderler son seçimde bu yaşta bir tek genci aday gösterdi mi? Meclis albümüne bakınca görüyoruz ki göstermemişler. Halen Meclis’in en genç milletvekili doğum tarihi 11 Eylül 1984 olan AKP’li Bilal Macit 2011’de Meclis’e milletvekili olarak adım attığında yaşı 27 idi. AKP’li Mehmet Muş 29, CHP’li Faik Tunay ve Emre Köprülü ile AKP’li Mustafa Akış ise 30 yaşındaydı...
Seçilme yaşını liderler 27’nin altına indirmemiş, şimdi 18’den dem vuruyorlar. Laf... Diyelim ki 18 yaşındaki bir genç milletvekili seçildi. Askerlik yaşı geldiğinde ne olacak? Memuriyet için bile askerlik yapma koşulu aranırken bu koşulun milletvekilliğinde aranmaması olacak şey mi? Bugün 18 yaşında olup lisede okuyan bir sürü genç var. Onlardan biri milletvekili olursa okulu mu bırakacak? Bırakmazsa öğretmenleriyle ilişkisi öğrenci - öğretmen ilişkisi mi yoksa milletvekili - öğretmen ilişkisi mi olacak?
Başbakan dünkü grup konuşmasında açıkça söylemedi ama... Satır aralarından Türkiye’nin savaşa yakın durduğu izlenimi edindik...
Sınır köylerimize mermiler düşüyor... Türkiye mermilerin provokatörler tarafından da atılabileceğini hiç hesaba katmayarak Suriye hedeflerine ateş açıyor. Önümüzdeki günlerde yeniden meskun bir yere bomba düşer, yine insanlar ölürse ne olacak? Geçmişte Güney Kore ile Kuzey Kore arasındaki savaş da buna benzer küçük sataşmalar sonucu patlak vermişti. Savaşlar çoğu kez sınır ihlalleriyle başlar. Bazen de araya provokatörler girer, sınırı kimin ihlal ettiği belli olmadan bakarsınız savaş patlayıvermiş...
ABD dünya kamuoyuna ulaşan mesajlarında Türkiye ile Suriye arasında bir savaşı istemez görünüyor... NATO uzakta duruyor...
Ancak Ankara’ya gelen ABD’li bakanlar ve CIA Başkanı acaba kapalı kapılar ardında neler söylüyor? Açıkta söylediklerinin tersini mi? Onu bilmiyoruz...
* * *
Şu yoruma iyi kulak verelim:
“ABD bir İslam ülkesine saldırdığı zaman tüm İslam dünyası ABD’ye karşı birleşiyor. O yüzden ABD için en iyisi Sünnilerle Şiileri birbirine düşürmek, kendi işini başkalarına gördürmektir...”
Dedikodu Komisyonu adını taktığımız “Darbeleri Araştırma Komisyonu”nu, CHP’li komisyon üyesi Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk ile konuşuyoruz...
Bir yandan 28 Şubat’la ilgili adli yargılama sürerken bir yandan bu komisyonda 28 Şubat’la ilgili sorgulama yapılması soruşturmayı ve adli yargılamayı açık şekilde etkiliyor... Anayasa’ya aykırı davranılıyor.
Bu görüşe aynen katılan Ali Rıza Öztürk ilginç bilgiler veriyor:
- Geçmişte darbelerin araştırılması için iki teklif vermiştim... İkisi de reddedildi.. Sonra birden bu komisyonun kurulması kararlaştırıldı. Acaba kafalarına tuğla mı düştü, nereden akıllarına geldi bu komisyon diye düşünürken meseleyi anladım. Bu komisyonun kurulmasından birkaç gün sonra savcılık 28 Şubat soruşturmasını başlattı... Anlaşıldı ki bu komisyon adli yargılamaya yardımcı olarak kurulmuştur!
Darbelerle ilgili komisyon aslında 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül darbelerini araştırmayı da amaçlıyor. Bu amaçla alt komiteler kurulmuş. Ancak komisyon bütün çalışmalarını 28 Şubat’a odaklamış durumda...
Ali Rıza Öztürk diyor ki:
- AKP’li üyeler tamamen “28 Şubat soruşturmasına delil elde edebilir miyiz?” derdindeler...
- Başbakan Erdoğan’la aranız nasıl?
- Emin Çölaşan’ı neden işten kovdunuz?
- Bekir Coşkun kendi mi gitti siz mi kovdunuz?
- Kaosa kalkan 411 el manşetini neden attınız?
Darbeleri Araştırma Komisyonu sözde darbeleri araştırıyor... Sorulan sorulara bakılırsa araştırılan darbeler değil komisyon üyelerinin merak ettikleri kimi dedikoduların perde arkası... Özel meraklar...
* * *
Zamanın iki medya devi Aydın Doğan ve Dinç Bilgin komisyonda aynı şeyi söylüyor:
Milletvekili dostumuza: - Ama Anayasa diyecek oluyoruz...
- Anayasa mı kalmış memlekette, diyor...
Anayasayı bizzat Meclis çiğniyor... Hem de gayet açık ve seçik şekilde...
Bir yandan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı 28 Şubat soruşturmasını yürütürken... İnsanları sorguya çeker, tutuklar, hapse atarken...
Bir yandan da Meclis’te Darbeleri Araştırma Komisyonu adı altında bir komisyon 28 Şubat’la ilgili - ilgisiz kişileri sorguya çekiyor... Paralel bir soruşturma yürütüyor...
İstediği soruları soruyor, cevapları istediği yöne çekiyor...
Oradaki soru cevaplar ve yapılan yorumlar basına yansıyor...
Bütün komşularımızla aramızı bozan, hatta savaşın eşiğine getiren bu dış politika neyin nesidir? Cumhuriyet döneminin “yurtta barış cihanda barış” ilkesine dayalı dış politikası neden ve hangi güdülerle değişti? Başbakan Erdoğan 29 Haziran’da Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada bu yöndeki eleştirilere yanıt veriyor:
“Bu eleştiriler 1940 model dış politika anlayışının bir tezahürüdür. ‘Aman sorun çıkmasın’ diyerek, Türkiye’de çok uzun yıllar dış politikada adım dahi atılmamıştır...
Ekonomi bir risktir, siyaset bir risktir. Aslında hayat bir risktir. Risk almazsanız başarıyı yakalayamazsınız. Dış politikada tribünlerde kalmak, Türkiye’ye çok ağır bedeller ödetti. Türkiye, tribünlerde kalabilecek bir ülke asla değildir. Türkiye, mutlaka ve mutlaka sahaya inmek, sahada kalmak zorunda olan bir ülkedir. Bunun riskleri olabilir, bunun geçiş süreçleri olabilir, zaman zaman sorunlar yaşanabilir. Ancak, ‘sorun çıkacak’ diyerek, Türkiye pısırık bir politikayı, geleceğe ağır faturaları olan bir politikayı bu saatten sonra idame ettiremez, ettirmeyecektir. Bugün Türkiye, statik dış politikadan dinamik dış politikaya geçmiştir.”
* * *
Risk almak güzel bir şey... Ama ne
Suriye politikamız dün de Akçakale’ye 5 masum canı vuran top mermisi olarak döndü...
Birinci top mermisinin kim tarafından nasıl atıldığını henüz çözememişken... İkincisi geldi, bir anne ve dört çocuğu aldı götürdü...
Sınırın öte yanına kim hakim? Kim atıyor Akçakale’ye bu mermileri? Bilmiyoruz... Ancak çok yoğun bir provokasyon kokusu alıyoruz... Bombayı fırlatan Suriyeli muhalifler de olabilir... Türkiye’yi savaşa sokmak isteyen (kimi dost ülkelerin) istihbarat ajanları da...
Eğer sizi hiç ilgilendirmeyen bir konuda ülkeyi savaşın eşiğine taşırsanız... Savaşa girmeniz için birisinin bir kibrit çakması yeterlidir. Bir tek top mermisi bile ülkeyi savaşa sokabilir...
Bizim ne işimiz var Suriye hükümeti ile muhalifleri arasındaki çatışmada? Üstelik de taraf tutup kendimizi hedefe koyarak...
Şu anda çok kritik bir noktadayız... Karşımızda yalnızca Suriye yok.. Onu destekleyen İran, Irak, Rusya ve Çin de var... Bizim arkamızda ABD’nin kışkırtıcı tavırları ve boş vaatleri dışında birşey yok...
Elimizde ise generalleri tutuklanmış, gerisi moralsizleşmiş bir ordu.. Ve başa çıkmakta zorlandığımız terör belası...
Her satırı heyecanla okunan bir kitap mı istiyorsunuz... İşte size e. Org. Ergin Saygun’un kaleminden hem heyecanlı, hem kolay okunan bir kitap; “Türk Ordusuna BALYOZ”... Halen Silivri’de tutuklu olan Ergin Saygun, kitaptaki notların önemli bölümünü hastanede tedavi görürken kaleme almış... Bu notlar yakın zamana ilişkin olaylara ışık tutuyor. Okurken yer yer hayretten donakalıyorsunuz...
Örneğin 36. sayfadan bir bölüm:
“Nisan 2009 başlarında bir haber geldi. Buna göre biri doçent iki kişi Emniyet’in isteği üzerine Genelkurmay Başkanlığı’nın tüm yazışmalarını, tüm general ve amirallerin e - maillerini izleyecek bir sistem kurduklarını, elde ettikleri bilgileri devamlı olarak Emniyet ilgililerine ilettiklerini, şimdi ise yaptıklarından pişman olduklarını, polisin elindeki listenin en başında da ben olduğum cihetle benimle görüşmek isteklerini ilettiler. Tanımadığım için görüşme taleplerini kabul etmedim...”
Saygun kitapta iki kişiden biri olan doçentin adını da veriyor.
Gizli yazışmalardan bazıları Saygun’un yargılanması sırasında iddianamede karşısına çıkıyor. Bir defasında emekli olduktan 6 ay sonra tutuklanacağı haberi geliyor. Gerçekten 6 ay 4 gün sonra tutuklanıyor.