Hrant Dink davası dün sonuçlandı, sadece tetikçi Yasin Hayal ceza aldı.Cinayeti tertipleyenler, azmettirenler, karartanlar kurtarıldı ...Hrant‘ın arkadaşları “Mütalaa” larında diyorlardı ki:- Hrant’ın katilleri, suikastın çok öncesinden beri devletin kontrolü altındaki kişilerdir. Onları kullanan, yönlendiren devlet görevlilerinin cinayette katkısı, rolü, vardır. Ancak araştırılmamıştır.- Tam da cinayet saatinde cinayet mahallinde olup bitenleri gösteren kamera kayıtları ilk günden beri polisin elindedir, mahkeme bunları almamış, bakmamış veya bakmış, görmememiz gerekenleri görmüş, bu yüzden gizlenmesini devlet açısından faydalı bulmuştur.- Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı, davanın başından beri, cinayetin aydınlatılmasından çok soruşturmanın bir noktada durması, daha derine gitmemesi için çalışmıştır.- Hrant’ın iki MİT görevlisi tarafından tehdit edilmesinden sorumlu valinin bugün iktidar partisinden milletvekili, suikasttan hemen sonra “Bu örgüt işi değil” açıklamasıyla tam bir skandal yaratan eski İstanbul Emniyet Müdürü’nün şu anda vali oluşu, yeterince açık işaretlerdir. Bunlar aynı zamanda suçu örtme operasyonuna hükümetin katılımının
12 Eylül darbesi davasından sadece 2 konsey üyesi yargılanıyor; Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya...
Olmuş darbeden 2 kişi yargılanırken olmamış darbeden yani Balyoz davasından 58’i muvazzaf, 81’i emekli general olmak üzere 385 subay yargılanmakta...
Darbenin en yakın tanığı mesela Süleyman Demirel iddianamede ne şikâyetçi ne de tanık olarak yer alıyor...
12 Eylül öncesi olayların “toplumda kaos oluşturmak ve darbeye zemin hazırlamak isteyen gizli güçler tarafından tertiplendiği” kaydedilirken bu “gizli güçlerin” kim olduğu belirtilmiyor. ABD ve CIA iddianamede hiç geçmiyor.
12 Eylül davası hayli yüzeysel... Neyi aydınlatacak orası meçhul...
ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, “Gerçek bir hesaplaşma nasıl olmalıydı” sorusuna Cumhuriyet’te şu isabetli yanıtı veriyor:
“ Yaşına başına bakmadan sadece darbe yapan iki general değil, o dönemin sıkıyönetim savcıları, valileri, emniyet müdürleri, bütün darbecileri ve işkencecileri yargılanmalı.
Gerçek bir vatanseveri ve yürekli bir savaşçıyı kaybettik...
Zaman zaman “Keşke onun gibi bir cumhurbaşkanımız olsaydı” denildiğini hatırlarız...
Bir toplantıda kendilerini Eskimolarla karşılaştırmıştı:
- Onlar buzun üzerinde biz ateşin üzerinde yaşıyoruz, demişti.
Sonra da ekledi:
- Neden ateşin üzerinde yaşıyoruz biliyor musunuz? Neden Ada’yı bırakıp İngiltere’de veya Türkiye’de keyfimize bakmıyoruz? Çünkü Ada’daki varlığımız Türkiye’nin ve Türk ulusunun savunması için hayati önemdedir. Biz mücadelemizi Türk olarak görev sayıyoruz...
Ermeni soykırımı iddialarına karşı kurulan Talatpaşa Komitesi’nin başkanıydı Denktaş...
Dış basın da uyandı... Gerçek fotoğrafı çekinmeden sergiliyor artık. The Economist dergisi internet sitesinde Türkiye bahsine şöyle giriş yapıyor:
“AKP, 2002’de Türkiye’de göreve geldiğinde bir çokları İslami bir gündemi olmasından korkmuştu ama bugün çoğu kişinin gözünde daha çok korku yaratan şey yaklaşan otoriter yönetim...”
“... Kimileri hükümetin, meşru muhalefete yönelik tacizi haklı çıkarmak için darbe korkusunu kullandığına inanıyor...”
“İddia edilen bir darbe planı için uzun zamandır yürütülen Ergenekon soruşturmasında yüzlerce kişi tutuklandı ama tek bir mahkumiyet bile çıkmadı...”
İleri demokrasi palavrası altında otoriter rejim inşa edildiği nihayet fark edildi. Askeri vesayetle hesaplaşma adı altında sivil dikta inşa edildiği de...
Yıllardır uyur gibi yapan bizim liberaller de uyanmış görünüyor...
9 yıldır AKP iktidarının otoriter rejim kurmaya yönelik adımlarını halka demokrasi diye yutturmaya çalışıyorlardı... Şimdi uyanmış gibi yapıyorlar...
Fransa’da “Ermeni soykırımını inkâr etmeyi suç sayan” yasa tasarısı Senato’daki yolculuğunu sürdürüyor... Yasanın ay sonundan önce Senato’dan çıkması bekleniyor. Ankara Sarkozy’nin eylemine karşı etkili bir karşı ağırlık koyamadı. Kalemizi açtık golü yemeyi bekliyoruz.
Bu arada Başbakan Erdoğan’ın Fransa’nın Cezayir’de yaptığı katliamları hatırlatması Cezayir Başbakanı’nı rahatsız etmiş. “Kendi siyasi amaçlarınız için Cezayir’i kullanmayın” diyor. Haklı olabilir.
Peki Fransa’nın 2. Dünya Savaşı’nda kendi topraklarında yaptığı soykırımdan söz etsek nasıl olur?
Bu soruyu soran Onur Öymen, kendi imzasını taşıyan “Demokrasiden Diktatörlüğe” adlı kitaptan bilgiler aktarıyor.
İkinci Dünya Savaşı’nda 76 bin Fransız Yahudisi Alman toplama kamplarına gönderilmiştir. Bunların sadece 2500 sağ kalmış geri kalanı imha olmuştur.
Fransa’daki kamplarda 4 bin Yahudi ölmüş ya da öldürülmüştür.
Aynı dönemde Türkiye’nin Fransa Büyükelçisi Behiç Erkin başta olmak üzere diplomatlarımız Türk vatandaşı Yahudilerin Nazilere teslimini önlemek için olağanüstü çaba gösterdiler... Türkiye’deki Fransız vatandaşlarının durumunun Fransa’daki Türk vatandaşlarının durumuyla aynı olduğu bildirilerek
Tepedekiler sıraya girdi... Cumhurbaşkanı, Başbakan, Başbakan yardımcıları aynı şarkıyı terennüm ediyor:
- Uzun tutukluluğa karşıyız...
- Kimsenin cezaevinde kalması bizi memnun etmez...
O kadar ki, Başbakan Erdoğan, Eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutukluluğuna bizzat ve açıkça itiraz etti...
Öte yandan Türkiye’nin otoriter bir rejime sürüklendiği Batı medyasında her zamankinden daha geniş yer buluyor. Dün de kervana The Economist katıldı.
Acaba diyoruz... Üst yönetimin “tutuklamalara karşıyız” demeçleri sadece suçu yargıya atmaya, kendilerini temize çıkarmaya mı yönelik...
Ben yapmadım yargı yaptı, demek mi istiyorlar?
“İleri demokrasi”mizi daha da ileriye götürecek! yeni bir kanun daha girmek üzere hayatımıza. Halen komisyonlarda görüşülen, yakında Genel Kurul’a gelmesi beklenen, topu topu 13 maddelik kanun tasarısının adı: Devlet Sırrı Kanun Tasarısı.
Tasarıda devlet sırrı şu şekilde tanımlanıyor:
“Açıklanması veya öğrenilmesi, devletin dış ilişkilerinde, milli savunmasında ve milli güvenliğine zarar verebilecek; anayasal düzeni ve dış ilişkilerinde tehlike yaratabilecek, bu nedenlerle niteliği itibariyle gizli kalması gereken bilgi ve belgeler.”
Bu haliyle ortada bir sorun yok gibi. Ancak işin içyüzünü CHP Milletvekili Oğuz Oyan anlatıyor:
- Tasarı ayrıntılarıyla incelendiğinde “devlet sırrı” olarak tanımlanan şeyin aslında bir “hükümet veya yürütme sırları”ndan ibaret olduğu ve devlet sırrı kapsamının inanılmaz derecede geniş tutulduğu görülür. Örneğin tasarı sadece devlet sırrı olan bilgi ve belgeleri değil, aynı zamanda “devlet sırrı niteliği taşımayan bilgi ve belgeleri” de kapsıyor. Bu durumda iktidarı rahatsız edecek her türlü bilgi ve belge rahatlıkla yasaklanabilecektir. Üstelik de öyle birkaç ay veya yıllığına değil, en az 50 yıllığına... Tasarı yasalaşırsa öngörülen
Başbakan Erdoğan yargıya açık açık müdahale etme gereği duydu... İlker Başbuğ’un tutuklanması konusunda dün dedi ki:
“2 yıl Genelkurmay Başkanı olarak beraber çalıştığımız bir mesai arkadaşımdır ve burada tutuklama yoluyla değilde, tutuksuz yargılanma yolu bizim her zamanki arzumuzdur ve bunun da süratle bu noktada neticelenmesi yine şahsımın ve partimin arzusudur...”
Başbakan Erdoğan, neden yargıya bu kadar açık müdahale gereği duydu? Neden yargıya açıkça “Başbuğ’u serbest bırakın” mesajı yolladı. Sanırız hem ABD, hem iç kamuoyundan gelen tepkiler onu böyle bir mesaj vermeye zorladı. Aynı zamanda sanırız “ben her yargı kararına hâkim değilim” demek de istedi...
Anlaşılıyor ki, bu tutuklama kararını içerde ve dışarda kimse hazmedemiyor...
Üstüne üstlük yargılamanın yüce divanda yapılması gerektiği de giderek kesinleşiyor.
Bu süreçte çok kritik bir soruyu Aslı Aydıntaşbaş arkadaşımız köşesinde sordu...
“İddianameden anladığım kadarıyla bu internet siteleri 2001’den bu yana var.