BM Medeniyetler İttifakı İştirakçiler Forumu’nun İstanbul’da gerçekleşen iki günlük toplantısı, bütün dikkatlerin Suriye’deki insanlık dramı üzerinde toplandığı bir zamana rastladı.
Gerek BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon’un, gerekse Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açılış konuşmaları, bu komşu ülkedeki son olaylar üzerinde odaklandı.
Ne yazık ki bu olanlar yüksek idealler ve çok iyi niyetlerle kurulan “Medeniyetler İttifakı”nın yarattığı umutlara gölge düşürüyor.
BM Genel Sekreteri, “Medeniyetler İttifakı” konusunda, uluslararası platformda olumlu gelişmeleri duyurması beklenen konuşmasında, Suriye’deki vahim durumu dile getirerek, bu ülkenin iç savaşa sürüklenmekte olduğunu belirtti.
Başbakan Erdoğan da, Hule katliamının ışığında, Suriye’deki mezalime değindi ve konuyu daha geniş bir çerçeve içine alarak, günümüzde Norveç’ten Almanya’ya kadar Avrupa’da da ayrımcılığın ve şiddetin tırmanmakta olduğunu vurguladı.
Çatışma trendi
Suriye’nin kuzeyindeki Hule ilçesinde, aralarında 49 küçük çocuğun da bulunduğu 108 kişinin hayatını kaybetmesine yol açan katliamdan yüreği sızlamayan bir ülke var mı?
Bu trajediye karşı duyulan derin üzüntüye ve infiale bu kez katılmayan yok. Buna Şam rejimini destekleyen Rusya, İran ve Çin de dahil...
Ancak Esad yandaşları gene farklı bir telden çalıyorlar ve Şam diktatörüne fazla toz kondurmamaya özen gösteriyorlar.
Oysa gelinen noktada önemli olan, uluslararası camianın birlik ve dayanışma içinde bu “şiddet tsunamisi”ne son vermek iradesine ve de kabiliyetine sahip olup olmadığıdır.
Maalesef bu konuda, Hule’deki amansız kıyımdan sonra dahi, fazla bir umut yok.
Bir çıkar yol arayışı var tabii. Kafalarda çeşitli seçenekler, senaryolar oluşturuluyor. Ama açıkçası şimdilik opsiyonlar sadece “masada” veya lafta- kalıyor. Çeşitli nedenlerle bunların hayata geçirilmesi ihtimali zayıf görünüyor.
Mısır’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turundan çıkan sonuç, bir İslamcı ile bir liberal adayı final için karşı karşıya getirdi. İlk bakışta bu, demokratik sürecin sandığa normal bir yansıması...
Ama uzun bir diktatörlük dönemine son veren bir devrime sahne olan Mısır’da bu sonuç, yeni bir sürtüşme ve gerginlik nedeni oluyor.
Buna henüz tamamlanmamış devrim ile ilk demokratik denemesi yapılan sandık arasındaki çelişki de diyebiliriz.
Geçen yılın başlarında Tahrir Meydanı’ndaki halk hareketiyle başlayan devrimin yanlıları, açıkçası sandıktan çıkan sonuçtan hiç memnun değil. Bunu şimdi tekrar sokaklara dökülerek ve meşhur meydanı doldurarak gösteriyorlar.
İlk tur seçimlere katılan 13 adaydan ikisi 16-17 Haziran’da yapılacak ikinci tura kaldı. Biri Müslüman Kardeşler’in siyasi kanadı olan Özgürlük ve Adalet Partisi lideri Muhammed Mursi. Diğeri de Mübarek döneminde önce hava kuvvetleri komutanı, son olarak da başbakan olarak görev yapmış olan Ahmed Tevfik...
Devrimi gerçekleştirenler ve çoğu liberal eğilimli destekçileri, özellikle Ahmed Tevfik’in finale kalmasına karşı büyük kızgınlık duyuyorlar. Onu, Mübarek’in ve askerlerinin adamı olarak görüyorlar.
Devrimci
Suriye’de 14 aydan beri süren şiddet ortamında dehşet verici birçok olay yaşandı. Kara ve hava bombardımanı sonucunda kent ve kasabalar harabeye döndü, binlerce insan can verdi, on binlerce tutuklu, zulüm ve işkenceye uğradı...
Geçen cuma günü Humus’a bağlı Hule ilçesindeki olay gibi bir vahşet şimdiye kadar görülmedi. Bir ara direnişçilerin eline düşen bu kasaba, Suriye kuvvetlerinin top ve tank ateşine hedef oldu. Ardından Suriye milislerinden oluştuğu iddia edilen birlikler mahallelere dalıp geniş bir “temizlik” operasyonuna girişti. İşte esas vahşet o zaman yaşandı. Çocuklar, kadınlar katledildi. Amansızca canlarına kıyılan 108 kişiden 34’ü kadın, 49’u çocuk. Çocuklar arasında ağzında emzik olduğu halde vurulan bir bebek bile var...
Bunlar, olay yerinde soruşturmayı yürüten BM gözlemcilerinin tespitleri.
Ama buna rağmen Esad yönetimi bu vahşetin sorumluluğunu, her zamanki gibi, “teröristler”e yüklüyor ve Şam’a karşı yapılan suçlamaları bir “yalanlar tsunamisi” diye nitelendiriyor...
Birçok çevre Şam yönetiminin iddialarını inandırıcı bulmuyor. Nitekim Güvenlik Konseyi’nin önceki gece olağanüstü toplantısından sonra yayınladığı bildirideki ifadeler de bunu
Mısır’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci tur sonuçları ancak önümüzdeki salı günü resmen açıklanacak; ama bu seçimlerle Mısır demokrasisinin şimdilik başarılı bir sınav verdiğini söylemek mümkün.
Mısırlı seçmenler 60 yıldan beri ilk kez serbestçe sandık başına gidip farklı eğilimli 13 adaydan birine oylarını verebildiler.
İki gün süren birinci turda insanların sandık başında kuyruklar oluşturarak bu seçimlere gösterdikleri büyük ilgi, özgürlük ve demokrasiye verdikleri değeri sergiledi. Aslında geçen ocak ayında yapılan Meclis seçimlerinde halk benzer bir heyecan ve bilinç göstermişti. Ancak Mısır’da Başkanlık sistemi yürürlükte olduğu için, bu seçimlerin belirleyici etkisi çok daha önemli.
Diğer bir deyişle, devrimden sonra Mısır’ın siyasi geleceğine yön verecek olan yeni devlet başkanıdır. Ne var ki, yeni başkan, yetkilerini dikta rejiminden kalma eski anayasadan almak zorunda kalacak. Ta ki, şimdiki Meclis yeni bir Anayasa çıkarıncaya kadar...
Devrimin devamı
Geçen hafta sonunda Chicago’da gerçekleşen NATO zirvesi, ittifakın yeni rolü ve misyonun ne olması gerektiği ve 28 üye ülkenin de buna katkıda bulunmaya ne kadar istekli olduğu sorusunun tartışıldığı bir zamanda yapıldı.
Bu tartışma yeni değil. Soğuk Savaş’ın sona erdiği günden beri, NATO kendisine yeni bir kimlik arıyor. Varlık sebebinin değişikliğe uğraması, haliyle bu güçlü örgütü de, günün koşullarına göre, kendisini yenilemek zorunluluğu ile karşı karşıya getirdi.
Yeni şekli ile NATO’nun sorumlulukları ve rolü sadece Kuzey Amerika ve Avrupa coğrafyasında değil, Soğuk Savaş dönemindeki “bölge dışı” (“out of area”) konsepti de değişti. Artık ittifakın faaliyeti Asya ve Afrika kıtalarına kadar uzanıyor.
Aynı şekilde 63’üncü yılana giren örgütün “tehdit algılaması” da değişti. Soğuk Savaş döneminde tehdidin ne olduğu (askeri saldırı) ve kimden gelebileceği (Sovyetler Birliği) belli idi. Bu algı (tamamen değilse de) büyük ölçüde değişti. Yeni “tehdit algılaması” şimdi terörden insanlık suçuna, korsanlıktan doğal afetlere kadar yeni unsurlar içeriyor.
İşte günümüzde NATO Afganistan’dan Kosova’ya, Somali’den Libya’ya kadar çeşitli bölgelerde, çeşitli rol ve misyonlar
Henüz bir yıl öncesine kadar Türk-Irak ilişkileri “stratejik işbirliği” düzeyinde gelişiyordu. Liderler arasında samimi bir diyalog vardı; bakanlar ortak toplantılar bile düzenliyordu...
Şu anda diyalog kopuk, ilişkiler gergin. Karşılıklı söz düellosu ile kriz her gün biraz daha tırmanıyor.
Hafta sonunda Basra’da bir grup göstericinin Türk Başkonsolosluğu önünde Türk bayrağını yakması ve Güney Irak’taki bu kentte çalışan Türk firmalarına karşı tehditler savurması, gerilimin ne noktaya geldiğini gösteriyor.
Daha önce Irak hükümeti, Basra ve Musul’daki Türk başkonsoloslarını, rejim düşmanları ile temasta bulunmakla suçlamıştı. Geçenlerde Musul Başkonsolosu’nu taşıyan araba saldırıya uğramış, Basra gümrüğü de konsolosluğa ait bir araca el koymuştu...
* * *
İlişkiler güllük gülistanlık iken, kısa bir zaman içinde böylesine bozulmasının nedeni ne?
Bağdat’ta aylarca süren bir siyasi krizden sonra 2010’un sonunda hükümetin başına geçen Nuri El Maliki, açıkçası Türkiye’nin favorisi değildi. Şii kökenli yeni başbakan ise başladıktan sonra Sünni politikacılarla ihtilafa düştü. Otoriter davranmaya başlayan El Maliki, muhaliflerini sindirmeye çalışırken, Sünni kökenli olan
İstanbul’da 56 ülkeden 200’den fazla siyasetçi, işadamı, akademisyen ve yazarın konuşmacı olarak katıldığı “Dünya Politik Forumu” (WPF)’nun dünkü oturumlardan birinin başlığı şöyleydi: “Arap Baharı, Arap Dünyasında Demokrasiyi Sağlamak için Yeterli mi?”
BBC’nin ünlü sunucusu Tim Sebastian’ın moderatörlüğünde yapılan bu toplantıda, Arap ülkelerinden gelen konuşmacılar, bu soruyu kendi uluslarının geçirdiği deneyimlerin ışığında yanıtlamaya çalıştılar.
Tartışmaların özüne geçmeden önce konferans programında bu toplantının konusu üzerinde yer alan şu cümleyi nakledelim: “Arap Baharı, Ortadoğu’da demokrasinin tanımını değiştirdi. Demokrasinin sadece bir oy kullanma sisteminden ibaret olmayıp, aynı zamanda fikir özgürlüğü anlamına geldiğini bir kez daha hatırlattı”...
Gerçekten Arap dünyasındaki halk hareketinin ardından demokrasiye geçiş çabalarını, pek yerinde olan bu tespitin ışığında değerlendirmek gerek.
Arap Baharı’nın diktatörlükleri devirdiği ülkelerde bile, gerçek anlamda çoğulcu ve özgür yönetim sisteminin kurulması mücadelesi yeni başlamış sayılır.
Hamile kadın misali...