Dünkü yazımızda Suriye’de birinci yılını dolduran halk ayaklanmasının bilançosunu, Esad rejimi ve karşıtları açısından değerlendirmeye çalıştık. Bugün, bu bir yıllık bilançoda Türkiye’nin konumunu irdeleyeceğiz.
Suriye geçen yıla kadar Türk diplomasisinin “komşularla sıfır sorun” doktrininin bir simgesi ve başarı örneği olarak görünüyordu.
İki komşu ülke kısa zamanda ilişkilerini “stratejik işbirliği” düzeyine çıkarmayı başarmıştı: Hükümetler arası ortak toplantılar düzenleniyor, sınırlar açılıyor, vizeler kaldırılıyor, ticari ilişkilerden askeri temaslara kadar çeşitli alanlarda sıkı bağlar kuruluyordu. Bu arada Başbakan Erdoğan ile Başkan Esad arasında da kişisel bir yakınlık gerçekleşiyordu...
Suriye’de halk özgürlük ve değişim için sokaklara dökülmeye başladıktan sonra Esad’ın bu hareketi kaba kuvvetle ezmeye çalışması üzerine, Ankara başta temkinli davrandı. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu Esad’a halkın sesine kulak vermesini ve reform beklentilerini bir an önce yerine getirmesini tavsiye ettiler ve ABD’den gelen baskılara karşın, “ikna girişimleri”ni sabırla sürdürdüler. Ta ki Esad’dan umutlarını kaybedinceye kadar...
İlkeli tavır
O noktadan
Ortadoğu’da Arap Baharı’nın yayıldığı bir ortamda, 15 Mart 2011’de Suriye’nin Deraa kentinde birkaç bin kişi Esad rejimine karşı ilk kez bir gösteri yapmak üzere sokaklara dökülmüştü. Bu sonradan bütün ülkeye yayılan ve Şam diktatörüne karşı bir ayaklanmaya dönüşen halk hareketinin ve kanlı olayların başlangıcı idi...
Dün, ayaklanmanın birinci yıldönümünde, Deraa kenti Suriye askeri birliklerinin yoğun tank ve top ateşine hedef oldu. Tıpkı kuzeydeki İdlib ve civardaki köyler gibi...
Böylece Suriye, ayaklanmanın ikinci yılına, bombaların altında can veren, yaralanan veya kaçmaya çalışan insanların yansıttığı trajik tablo çevresinde girmiş oldu...
* * *
Bu bir yılın bilançosu Suriye tarihinin en karanlık sayfalarından birini oluşturuyor.
1) Bu süre içinde ölenlerin sayısı 8 bini buluyor. Evlerini terk etmek ve göç etmek zorunda kalanlar 230 bin kişiden 14 bini Türkiye’ye sığınmış durumda.
2) Bu ayaklanma aslında diğer bazı Arap ülkelerinde olduğu gibi- rejime karşı bir protesto gösterisi ile başlamıştır. Ne var ki Beşar Esad bunu “dış mihrakların körüklendiği bir terörist hareket” olarak gördü ve bunu güvendiği ordusunun gücü ile amansız bir şekilde bastırmaya
Milliyet’teki sevgili meslektaşımız Nedim Şener dahil bir yıldan fazla tutuklu kalan dört gazeteci arkadaşımızın tahliye edilmesine dış ülkelerden ve kuruluşlardan gelen olumlu tepkiler, uluslararası topluluğun Türkiye’de ifade özgürlüğüne ne kadar önem verdiğini gösteriyor.
Özellikle Nedim Şener ile Ahmet Şık’ın uzun tutukluluğu Türkiye’nin dış dünyadaki imajına bir kara leke sürdü.
Bu olay Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğündeki ve yargı sistemindeki bozukluğun bir göstergesi olarak kabul edildi.
Bu bir yıl içinde dış tepkiler ve baskılar yoğun biçimde devam etti. Hillary Clinton’dan Angela Merkel’e kadar birçok ülkenin lideri, Türk yetkililerle temaslarında bu meseleyi gündeme getirdiler. AB başta olmak üzere çeşitli uluslararası kuruluşlar öncelikle tutuklu gazetecilerin serbest bırakılması ve gerekli yasal düzenlemelerin yapılması için sık sık girişimlerde bulundular.
Resmi makamların Türkiye’de yargının bağımsız olduğu ve onun kararlarına müdahale edilemeyeceği yönündeki argümanları aslında demokratik ülkeleri ve kurumları pek ikna edemedi. Bu argüman karşı, onlar çağdaş anlamda ifade özgürlüğünün teminat altına alınması ve yargı sisteminin geliştirilmesi için,
Geçenlerde yazdığımız “Müdahale Etmeli mi, Etmemeli mi” başlıklı yazıda (25 Şubat 2012) Suriye krizi ile ilgili şu çelişkiye işaret etmiştik: Kimileri Suriye’deki trajik olaylara uluslararası camianın seyirci kalmasından şikâyet ediyor, bu duruma hızla son verilmesi için müdahale edilmesini istiyor. Kimileri ise, tam aksine, dışarıdan hiçbir müdahalenin olmaması, bu işi Suriyelilerin kendi aralarında halletmeleri gerektiğini savunuyor...
Son gelişmeler bu çelişkili durumun hâlâ devam etmekte olduğunu gösteriyor.
Bu aşamada, ne “dış güçler”in müdahale edeceğine, ne de Esad rejimi ile muhaliflerin kendi aralarında anlaşacaklarına dair bir işaret var...
BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Şam’daki temaslarından bir sonuç alamaması deneyimli diplomatın misyonunu sürdürme azmine rağmen- bu işin Suriyeliler arasında sırf kendi iradeleri ile halledilebileceği umudunu pek vermiyor.
Buna karşılık dış güçlerin ve özellikle Batı’nın -Libya’da olduğu gibi- askeri bir müdahalede bulunacağına dair bir sinyal de yok...
Zaten istekli değiller...
Birleşmiş Milletler’in eski genel sekreteri Kofi Annan, meslek hayatının belki de en zor misyonunu gerçekleştirmek üzere bugün Şam’da olacak.
Daha önce -Kıbrıs dahil- birçok uluslararası anlaşmazlıkları çözmeyi üstlenen deneyimli Ganalı diplomatın bu kez görevi, bir yıldan beri devam eden ve 8 bin kişinin hayatına mal olan Suriye’deki çatışmalara son vermek, acil insani yardımların yerine ulaşmasını sağlamak ve tarafların uzlaşmasına yardımcı olmaktır.
Bu misyonun temel üç unsuru konusunda öyle engeller var ki, açıkçası Kofi Annan gibi eski bir “diplomasi kurdu”nun dahi başarılı olması için bir mucize gerek...
* * *
Annan’ın ilk amacı, bir an önce ateşin kesilmesini sağlamaktır. Haftalardan beri Humus başta olmak üzere rejime karşı gösterilere ve silahlı direnişe sahne olan kentler, Suriye ordusu tarafından amansızca ateşe tabi tutulmuş ve harabeye çevrilmiştir. Bu olaylarda çoluk çocuk dahil binlerce sivil ölmüş ve yaralanmıştır.
Bu insanlık trajedisinin son bulması için Beşar Esad’ın derhal ateşkes emrini vermesi ve kentleri bombalayan tankları, topları geri çekmesi şart. Tabii aynı şekilde, silahlı eylemlerde bulunan “Hür Suriye Ordusu” mensuplarının da silahları
Avrupa Birliği Bakanı ve Baş Müzakereci Egemen Bağış’ın “Kıbrıs” gazetesine verdiği demeçte KKTC’nin Türkiye’ye bağlanması opsiyonundan söz etmesi, Kıbrıs meselesiyle ilgili bazı temel noktaların açıklığa kavuşturulması gereğini ortaya koydu.
Geçen salı günkü yazımızda, Bakan’ın üç opsiyondan bahsettiğini ve halen müzakere edilmekte olan “birleşme” formülünün kendisi tarafından da en tercih edilen çözüm şekli olarak kabul edildiğini vurgulamıştık.
Ancak bunun gerçekleşmemesi halinde Türkiye’nin ilanihaye bekleyemeyeceğini ve başka seçeneklere başvuracağını belirtirken, Egemen Bağış’ın ikinci bir opsiyon olarak “ayrılmayı”, yani “iki devlet” formülünü sunduğunu, bir de üçüncü opsiyon olarak da Türkiye ile birleşmeyi, yani “ilhakı” düşündüğü belirtmiştik.
Beklendiği gibi, Bakan’ın ağzından çıkan üçüncü opsiyon sürprizi, geniş yankılar yarattı, özellikle KKTC’de sert tepkilere yol açtı.
* * *
Bizim tekrar bu konuya dönmemizin nedeni, bu vesile ile yapılan açıklamalarda bazı yanlış tespitlerin yer almasıdır.
Bağış, tepkilere karşılık verirken, Rumların da “Enosis”i savunduklarını hatırlatarak “Kıbrıs sorunu konusunda ilhak ve entegrasyon düşüncesini Rumların
Bir süredir İran’a karşı askeri bir müdahale olasılığından söz ediliyor. Özellikle İran’ın uranyum zenginleştirme programında önemli ilerlemeler kaydettiği ve nükleer silah yapma noktasına bir hayli yaklaştığı haberlerinin yayılmasından sonra, bu yöndeki söylentiler daha da arttı.
Bütün bu spekülasyonların merkezinde olan ülke, İsrail. İran liderlerinin devamlı olarak yok etmekle tehdit ettiği İsrail, İran‘ın nükleer faaliyetinin korkusu içinde yaşıyor. İsrail yöneticileri de her fırsatta İran’ın bu yeteneğinin kırılması için önleyici bir askeri operasyona girişebileceklerini söylüyorlar. Tabii buna karşılık Tahran da, İsrail’e -ve ona destek olanlara- karşı çok sert misillemede bulunacağını öne sürüyor.
İsrail, İran’ın geliştirmekte olduğu nükleer programını durdurmak ve atom tesislerini yıkmak için tek başına bir askeri harekâta girişebilir mi? İsrail hükümetinin bu konuda kesin bir kararı ve her an uygulamaya koyabileceği bir planı var mı?
Askeri bakımdan, uzmanların dediği gibi, İsrail’in İran’ı tek başına vurma gücü olsa da, bu işi stratejik ortağı ABD’nin desteğiyle yapmak istediği açık. Bu nedenle Netanyahu hükümeti, Washington’daki İsrail lobisinin aktif
Avrupa Birliği Bakanı ve Baş Müzakereci Egemen Bağış’ın KKTC’nin Türkiye’ye bağlanabileceğini öne sürmesi, ilgili çevrelerde büyük gürültü kopardı.
Bunun nedeni, bir Türk hükümet mensubunun ilk kez açıkça böyle bir opsiyondan söz etmiş olmasıdır.
Bakan’ın bu sözleri ne şekilde sarf ettiğini hatırlatalım:
Bağış Londra’yı ziyaret sırasında, “Kıbrıs” gazetesi muhabiriyle yaptığı bir söyleşide, şöyle konuştu: “Kıbrıs’ta çözüm için her opsiyon masada. Çözüm iki liderin uzlaşacağı bir ‘birleşme’ formülü olabileceği gibi, iki liderin uzlaşarak ayrılıp ‘iki devlet’ şeklinde ya da KKTC’nin Türkiye’ye bağlanması da mümkün olabilir. Bütün bu opsiyonlar masada, ama umuyoruz ki (gönlümüzden geçen de budur) Kıbrıs’taki iki devletin tek bir çatı altında birleşmesi ile iki tarafın huzur içinde yaşaması güven altına alınsın...”
Aslında bu açıklamada vurgulandığı gibi, Türkiye’nin tercihi ve hedefi, halen Kıbrıs müzakerelerinde tartışılan “birleşme”nin sağlanmasıdır.
* * *
Ankara şimdiye kadar sabırla iki liderin böyle bir çözüm üzerinde anlaşmalarını beklemiştir.