“Suriye’nin Dostları” ilk toplantılarını Tunus’ta yaptıklarında, başlıca amaçlarının Suriye’de şiddetin durdurulmasını, ordu birliklerinin şehirlerden çekilmesini, insani yardımın güvenli bir şekilde başlatılmasını sağlamak olduğu beyan edilmişti. İki günlük görüşmelerden sonra yayınlanan bildiri de bu yönde ifadeler ve çağrılar içeriyordu.
Bu kez ufak bir isim değişikliği ile İstanbul’da toplanan “Suriye Halkının Dostları” şubat ayında Tunus’ta varılan mutabakatı bir adım daha ileriye götürdüler. Bir günlük toplantının sonunda yayınlanan bildiride, aynı çerçeve içinde istek ve beklentiler dile getirildi, çağrılar yapıldı. Buna ilaveten bundan sonra izleyecekleri strateji ile ilgili bazı prensip kararların alındığı da açıklandı.
Ne var ki bu kararların oldukça muğlak olduğunu ve nasıl uygulanacağının belli olmadığını da belirtmek lazım.
* * *
Bu kararlardan biri BM ve Arap Birliği özel temsilcisi Kofi Annan’ın misyonu ile ilgili. Eski BM Genel Sekreteri’nin Esad rejimine sunduğu 6 maddelik planı bir türlü uygulamaya konamadı. Esad bunu kabul ettiğini söylediyse de, kan dökmeye aynı hızla devam ediyor.
İstanbul’da toplanan “Dostlar” artık bu duruma bir son verilmesi ve
Suriye ve İran sorunları, Türk dış politikasının önünde karmaşık bir denklem olarak duruyor.
Her ne kadar Türk diplomasisi genelde “ilkesel bir duruş” sergilemeye büyük önem veriyorsa da, bu iki meselede aldığı tavır, nedenleri ve şartları farklı olmakla beraber zaman zaman bu prensiplere ters düşüyor.
Ankara kendi politikalarıyla bu sorunlarla ilgili tarafların tavırları arasında bir “ince ayar” sağlamaya çalıştığı halde, sonuçta çelişkili durumlar ortaya çıkıyor.
Son günlerde gerek İran, gerekse Suriye alanında olup bitenler bunu gösteriyor...
İran’a güven, destek
İran’dan başlayalım.
KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile Güney Kıbrıs Başkanı Dimitris Hristofyas’ın iki yıla yakın bir zamandan beri yürüttükleri yüz yüze müzakere süreci, dün Lefkoşa’da yapılan “son toplantı”dan sonra, şimdi kritik bir aşamaya giriyor.
BM nezaretindeki bu görüşmelere katılan örgütün özel temsilcisi Alexander Downey, New York’a gidip Genel Sekreter Ban Ki-moon’a bu süreçte gelinen nokta hakkında etraflıca bilgi verecek. Ardından BM’nin başı Ban, raporunu verirken, bundan sonra ne yapılacağı konusundaki kararını açıklayacak.
“Tamam mı, devam mı” gibi temel bir tavrı ortaya koyacak olan bu karar, sadece müzakerelerin değil, aynı zamanda Kıbrıs sorununun akıbetini de belirleyecek.
Görüşmelerdeki bütün tıkanıklığa rağmen, bu sorunu çözmeye angaje olan BM Genel Sekreteri’nin “tamam” deyip tarafları kendi hallerine terk etmesi ihtimali çok zayıf görünüyor.
Buna karşılık “devam” demesi halinde, bunun şimdiye kadar sonuç vermeyen şeklini, çerçevesini ve kapsamını aynen koruması olasılığı da bir o kadar düşük.
Bu durumda bir “ara” verebilir. Ya da müzakerelerin şeklini ve kapsamını değiştirebilir.
Varılan bu kritik noktada, Türk tarafı durumu nasıl değerlendiriyor? BM Genel
Nükleer Güvenlik Zirvesi vesilesiyle Seul’da buluşan Başbakan Erdoğan ile Başkan Obama, iki saatten fazla süren görüşmelerine hâkim olan Suriye ve İran meseleleri ile ilgili politikalarında bir “ince ayar” yaptılar.
Bu görüşmelerin önemli yanı, iki müttefik ülkenin dış politika gündemlerinin başında yer alan bu iki kritik sorun üzerinde genel hatlarıyla mutabakat sağlanmasıdır.
Ancak bu her iki meselede de bazı yaklaşım farklarının bulunmadığı anlamına gelmiyor. Başarı, Erdoğan ile Obama’nın bu farklılıklara rağmen, iki meselenin çözümü için birlikte çalışmaya devam etme kararlılığını ortaya koymalarıdır.
SURİYE: Acil yardım
Suriye meselesinde Ankara ile Washington’un tutumu, krizin başından beri, aynı doğrultuda olmuştur. İki taraf da Esad rejiminin halkına karşı giriştiği katliamı yermekte, bu yönetimin artık meşruiyetini kaybettiğini ve değişmesi gerektiğini savunmaktadır. Açıkçası gerek Erdoğan, gerekse Obama, Beşar Esad’ı çoktan gözden çıkarmıştır.
Ancak mesele Suriye’de rejim değişikliğinin nasıl gerçekleşeceğidir. Türk hükümeti daha baştan kesin bir tutum alarak meseleye angaje olmuş, muhaliflere aktif destek sağlamış ve Esad’a karşı uluslararası bir baskı
Suriyeli muhaliflerden dün İstanbul’dan uluslararası topluluğa yönelik bir “imdat” haykırışı yükseldi.
Sosyalist Enternasyonal’ın düzenlediği ve CHP’nin ev sahipliği yaptığı toplantıda konuşan “Suriye Ulusal Konseyi” bünyesindeki muhalefet temsilcileri, Suriye’deki katliamın son bulması ve zalim rejimin alaşağı edilmesi için, bütün dünyayı Suriye’deki direnişçilerin yanında yer almaya ve onlara aktif destek sağlamaya çağırdı.
İstanbul’daki bu iki günlük Konferans, Sosyalist Enternasyonal’ın geçen yıl kurduğu “Arap Dünyası Özel Komitesi” kapsamında yapılıyor. Eski Yunan Başbakanı ve PASOK lideri Yorgo Papandreu’nun başkanlığındaki Sosyalist harekette, dünyanın demokratik ülkelerindeki sol partiler yer alıyor.
“Arap Dünyası Özel Komitesi”nin İstanbul’da düzenlediği Arap Baharı konulu konferansın amacı, değişim dinamiğinin nasıl korunacağını, bu ülkelerde demokrasinin nasıl geliştirileceğini tartışmak ve bu tarihi olaya destek sağlamanın yollarını aramaktır.
Konu Kuzey Afrika ve Ortadoğu ile ilgili olduğu için Sosyalist Enternasyonal’in bu özel toplantısına, bazı Avrupalı Sosyalistlerin yanı sıra, 15 Arap ülkesinden sol parti temsilcileri ve ayrıca “Arap Baharı”nda rol
Kabil’deki helikopter kazasında 12 askerimizin şehit olması üzerine CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “bizim Afganistan’da ne işimiz var” şeklindeki sözleri, bu dost ülkedeki Türk askeri varlığı hakkında bir tartışmaya yol açtı. Buna çeşitli kesimlerden gelen tepkiler, Türk kamuoyunun genelde Türk askerinin Afganistan’da bulunmasına karşı olmadığını ortaya koydu.
Şimdi de benzer bir soru ile Suriye meselesi tartışmaya açılmış bulunuyor.
CHP lideri “bizim Suriye’de ne işimiz var” ifadesini kullandığı önceki günkü konuşmasında hükümete şöyle seslendi: “Neymiş, Suriye’de tampon bölge kurulacakmış. Bu, savaş ve işgaldir... Birilerinden tampon ya da taşeron olmaktan vazgeç. Birilerinin tamponu, taşeronu olmak zorunda mısın?”
Bu sözler Türkiye’nin Suriye’ye “birileri”nin “taşeron”u olarak, yani daha açıkçası ABD’nin veya Batı’nın hesabına ya da onların talebi ile bir “tampon” bölge kurmaya hazırlandığı ve bunun da “savaşa ve işgale” kadar gideceği görüşüne dayanıyor.
Bu gerçekten öyle mi?
Bu sözler bize daha çok, komplo teorilerine yatkın, kolaycı ve popülist bir yaklaşımın ifadesi gibi geliyor.
On iki gün içinde, dörder gün ara ile üç kanlı saldırı... İlkinde katil, Fransa’nın güneyindeki Toulouse kentinde paraşütçü birliğine mensup bir çavuşu öldürüyor. İkincisinde, aynı bölgedeki Montauban kasabasında Kuzey Afrika kökenli iki paraşütçüyü vuruyor. Üçüncüsünde ise cani, Toulouse’daki bir Yahudi okulundaki 3 küçük öğrenci ile bir öğretmeni öldürüyor...
Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin “ulusal trajedi” diye nitelendirdiği bu dehşeti yaratan kimdir? Sıradan bir deli, kana susamış bir psikopat mı? Yoksa belirli bir ideolojinin tutsağı olan ve hedefini planlı bir şekilde seçen bir militer mi? Ya da öfkeli bir ırkçı mı?
Motosikletli katil her üç olayda da kaçmayı başardığı için, bu soruların yanıtı henüz verilemiyor. Ancak ilk bulgulara dayanarak üç kanlı saldırının da aynı caninin işi olduğu tahmin ediliyor.
Bu doğru ise, katilin seçtiği farklı hedeflerin anlamını sezmek zorlaşıyor. Askerleri hedef alan kişi, neden bir okulda küçük çocukları öldürüyor?
Bu eylemin hedefi hem Müslümanlar, hem Yahudiler mi?..
Fransız makamları bu katili bulmak için seferber olmuş durumda. Bu soruların yanıtını ancak kendisi ele geçirildikten sonra öğrenilebilecek...
* * *
Afganistan’daki helikopter kazasında 12 askerimizin şehit olmasının bütün ülkede yarattığı derin üzüntü ortamında, bazı çevrelerde bu ülkedeki Türk askeri varlığı sorgulanmaya başladı.
Bu konuda en kesin ifadeyi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “bizim Afganistan’da ne işimiz var” sorusuyla dile getirdi.
Afganistan’ın “bizden çok uzak” bir ülke olduğu, yıllardan beri bir iç savaşla boğuştuğu ve ABD’nin müttefiklerini bu işe bulaştırdığı düşüncesiyle hareket edenler de benzer bir tepki gösteriyorlar.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 güzide mensubunun şehit olmasından kaynaklanan şokun etkisiyle, bu çevreler böyle uzak bir ülkede Türk askerinin işinin bulunmadığı, dolayısıyla oradan çekilmesi gerektiği sonucunu çıkarıyorlar...
Hem uzak, hem yakın
Böyle bir değerlendirme yaparken, dikkate alınması gereken birkaç temel nokta var: