Yorum Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy Vatikan'a gidip Papa 16. Benedictus'tan "onursal piskopos" unvanını alıyor... İngiltere'nin eski başbakanı Tony Blair de Vatikan'a gidip Papa'nın huzurunda Katolik mezhebine geçiyor... ABD'de başkanlık seçimine katılacak aday adayları, konuşmalarında din teması üzerinde yarışıyorlar... Avrupa'da ve Amerika'da esen "din rüzgârları" onları da kendi toplumlarında daha "inançlı" göstermeye itiyor.Oysa bu ülkelerin çoğunda, din ile siyaset çok önceleri ayrılmıştı. Geçmişte politikacılar bu düzene gölge düşürebilecek beyanlardan ve davranışlardan sakınırlardı.Şimdi bunun değişmekte olduğu görülüyor. Birçok Batılı ülkede, din ve inanç konularını gündeme getiren siyasetçiler, din-devlet ayrımı veya laiklik ilkesine yeni bir anlayış getirmeye çalışıyorlar... Batılı siyasetçilere ne oluyor? Fransa, bir yüzyıldan beri uyguladığı laiklik sistemiyle övünen bir ülke. Fransızların laiklik konsepti, diğer pek çok ülkeye de örnek olmuştur.Genelde Fransız liderleri politikaya dini karıştırmamaya özen göstermişlerdir. Bu yüzden Sarkozy'nin Vatikan'a gidip Papa'dan o yeni sıfatını alması ve hele orada yaptığı konuşmada farklı bir laiklik anlayışı
Yorum Bunun anlamı şudur: Kim ne derse desin, AB ile Türkiye arasında, "tam üyelik" yönündeki "katılım müzakereleri" devam ediyor.Gerçi gündeme getirilen iki başlık (biri "tüketimin ve sağlığın korunması", diğeri de "Trans-Avrupa ulaşım ve enerji ağları" ile ilgili) toplam 35 başlık arasında en az önemli olanlardır. Esas mühim 8 başlık Kıbrıs, 5 başlık da Fransa tarafından "bloke" edilmiş durumda...Ama buna rağmen, müzakerelerde bir kesinti yok. Bir ara kullanılan deyişiyle tren ilerliyor. Ama tabii çok yavaş... Bayram arifesinde AB'den iki olumlu gelişmenin haberi geldi: Biri Türkiye ile müzakere masasına iki yeni başlığın getirilmesi, diğeri de dönem başkanı olarak Portekiz'in müzakere süreci için daha önce Fransa'nın zirve bildirgesine girmesini önlediği "katılım" terimini resmi belgelerde kullanması ile ilgili. Türkiye bu durumu, görüşmelerin askıya alınması ve bağların koparılması seçeneğine tercih ediyor.Bunun iki nedeni var:1) Türkiye bir çağdaşlaşma projesi olan Avrupa vizyonunu kaybetmemeli. Müzakere süreci ne şekilde olursa olsun, Avrupa ile dirsek temasını sağlıyor, bu idealin canlı tutulmasına imkân veriyor...2) Türkiye, bu müzakere sürecine paralel olarak AB
k_kohen.gif Operasyondan sonra (3) Yorum Nitekim şimdiye kadar yapılan ufak veya daha geniş çaplı tüm operasyonlar, hedefin ve kapsamın bu olduğunu yeterince kanıtlamış bulunuyor.Buna rağmen, Türkiye'nin başka emellerle bu askeri müdahalelere giriştiğini iddia edenler var. Onlara göre Ankara'nın hedefi PKK'yı yok etmenin dışında, Kuzey Irak'ta bir askeri varlık kurmak, bölgesel Kürt yönetimini bertaraf etmek, hatta Kerkük'ü ve petrol havzalarını da kontrol altına almaktır.Kuzey Irak'taki yerel medyada, bir süredir bu yönde kuşku ve kaygılar ifade ediliyor. Ortadoğu basınında bazı önde gelen Arap yorumcuların da bu görüşü paylaştıkları görülüyor.Bu tepkileri aktaran, BBC'nin Ortadoğu muhabiri Jim Muir'e göre, Türkiye'nin sınıra çok büyük kuvvetler yığması ve Kuzey Irak'a karşı operasyonlar düzenlemesi bölgede "PKK'yı vurmanın ötesinde" bazı "yayılmacı emellerle ilintili" görülüyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başta olmak üzere Türk sivil ve askeri yetkililerin Kuzey Irak operasyonlarının amacının sadece PKK'yı etkisizleştirmek olduğunu, bölgedeki insanların ve yönetimin hedef alınmadığını vurgulamaları, çok önemli. Aslında Ankara'nın politikasının bu olmadığı, girişilen harekâtın
Yorum Operasyondan sonra (2) Ama hemen şunu belirtelim ki, bu hava hep böyle devam etmeyebilir. Önümüzdeki günlerde bazı dış çevrelerden ters sesler duyulabilir, hatta baskılar da gelebilir...Tabii bu, Türkiye'nin Kuzey Irak cephesinde operasyonlarını ne kadar sık ve ne boyutlarda sürdüreceğine de bağlı.Dün bazı yabancı medya organlarında yapılan değerlendirmeler, bunun ilk işaretini veriyor.Kuşkusuz, dün de belirttiğimiz gibi, Türkiye'nin pazar günkü operasyonun özellikle diplomatik altyapısını önceden iyice hazırlamış olması, dış dünyanın bunu belirli bir anlayışla karşılamasını sağladı ki, bu gerçekten önemli bir başarıdır.Bu bağlamda ABD'nin bu harekâtı, daha önce verdiği istihbaratla ve Irak'ın hava sahasını açmakla sağladığı destek, kendi başına Türkiye için bir kazanım olmuştur. Bu desteğin anlamı, ABD'nin, Kuzey Irak'taki Kürt yönetiminin hoşnutsuzluğuna ve hatta itirazlarına rağmen, PKK'ya karşı Türkiye ile işbirliği seçeneğini tercih ettiğidir.Dünkü "Washington Post"un belirttiği gibi, bu, ABD için, şimdiye kadar güvenli ve sakin sayılan Kuzey Irak'ta "yeni bir cephe"nin açılması riskini taşıyor. Ama Bush yönetimi buna rağmen, bu "zor tercihi", Türkiye'nin lehine
Yorum Operasyondan sonra... Böyle bir harekâta, geçen ekim ayında "tezkere"nin çıkmasından hemen sonra girişmenin (ki bazılarına göre o da gecikmişti) olumlu ya da olumsuz ne gibi sonuçlar yaratabileceğini gündeme getirmenin de artık yararı yok.Şimdi değerlendirmeleri, pazar günkü operasyonun neler sağladığı ve bundan sonra neler olabileceği üzerinde odaklamak daha doğru olur.Sanıyoruz Türkiye'de bu operasyonun gerek askeri, gerekse siyasal ve diplomatik alanda başarılı olduğu konusunda yaygın bir kanaat var. Açıkçası, Türk kamuoyu da bu gelişmeden sonra rahatlamış, morali yükselmiş durumda... Türkiye'nin Kuzey Irak'taki PKK hedeflerini vurmakta geç kalıp kalmadığı konusunu şimdi tartışmanın bizce gereği yok. Askeri bakımdan bu müdahale, TSK'nın her türlü koşullar altında, başarılı bir operasyon gerçekleştirme yeteneğine sahip olduğunu gösterdi.Askeri uzmanlar, TSK'nın bu tür operasyonların gece veya gündüz, kış veya yaz, her zaman başarabileceğini göstermesinin PKK'nın Kuzey Irak'taki varlığı üzerinde caydırıcı, hatta moral bozucu bir etki yapacağını, yani teröristlerin artık bu ülkede barınamayacaklarını anlayacakları kanısındalar.Kuşkusuz PKK'nın varlığının bir darbeyle son
Yorum "Lizbon Antlaşması"nın Türkiye'yi ilgilendirebilecek bazı noktalarına değinmeden önce, bu olayın belli başlı özelliklerine bakalım:Bu yılın başlarında 50'nci yaş gününü kutlayan AB, aslında bu zaman zarfında kurumsallaşma ve genişleme yolunda büyük mesafe kat etti. Yarım yüzyıl önce Monet, Schuman gibi "vizyoner"lerin ortak değerleri ve maddi olanakları paylaşan bir birlik kurma hayali önemli ölçüde gerçekleşti.Ancak AB'nin, bir "Avrupa Birleşik Devletleri" olmayacağı, zaten bunun da egemen Avrupa ülkeleri tarafından da arzu edilmediği biliniyor. Bununla beraber, AB'nin daha entegre ve daha uyumlu bir birlik oluşturması, potansiyelini ve gücünü iyi kullanarak yarının belki birden fazla kutuplu dünyasında etkin yerini alması, birçok Avrupalı düşünür ve lider tarafından hedef gösterilmiştir. PORTEKİZ başkentinde önceki gün AB üyesi ülkelerin liderlerinin imzaladığı "Lizbon Antlaşması"nın bizi doğrudan ilgilendiren bir yanı yok. Ama, bu antlaşmayla AB'nin kurumsal yapılanmasında meydana gelecek olan değişiklikleri yakından izlememiz gerekiyor. Bu hem Türkiye-AB ilişkilerinin seyri açısından, hem de bir gün üye olacaksak nasıl bir topluluğun içinde olacağımızı şimdiden bilmemiz
Yorum Hafta başında dışişleri bakanlarının kabul ettiği sonuç bildirgesi bugün Brüksel'de liderler düzeyindeki toplantıya sunulacak. Gelen haberler, bu metnin Türkiye bölümünün olduğu gibi onaylanacağı yönünde...Doğrusu liderlerin, daha önce bakanların "al-ver" temelinde uzlaşarak formüle ettikleri sonuç bildirgesindeki (onlara göre "dengeli") ifadeler üzerinde oynayacak halleri yok. Özellikle AB anayasasının yerini alacak olan "Lizbon Antlaşması"nın imzalandığı bir aşamada...Dolayısıyla bu yıl da, Türkiye-AB ilişkileri açısından, Türkiye'de düş kırıklığı yaratan, ama pratikte müzakere sürecinin devamına imkân veren bir şekilde sona eriyor.2008'de bu sürecin daha müsait şartlarla devam edebileceği konusunda da iyimser olmak zor. Çünkü gelecek yılın ikinci bölümünde (hazirandan sonra), AB'nin dönem başkanlığına Fransa gelecek. Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin o zamana kadar Türkiye'nin AB üyeliğiyle ilgili tutumunda bir değişiklik olması ihtimali de zayıf görünüyor. SON iki günkü yazılarımızda, AB dışişleri bakanlarının Türkiye ile "katılım müzakereleri" ve "tam üyelik hedefi" konusunda aldığı olumsuz tavrı irdelemeye çalıştık. Türkiye-AB ilişkilerinde varılan nokta ve hele son zamanlarda
Yorum Yarın AB zirvesinin onayına sunulacak olan bu karar karşısında Türkiye'nin ne yapması gerektiği, şu anda tartışma konusudur.Tartışmalar bir dizi soruyu gündeme getiriyor: AB dışişleri bakanlarının tavrı (örneğin müzakere sürecinin "katılım" ve "tam üyelik" amacına yönelik olduğu hususuna değinilmemesi gibi) ne kadar ciddiye alınmalı? Bu, AB üyeliğine giden "uzun ve ince yol"da aşılabilecek önemsiz bir olay mı, yoksa müzakerelerin seyrini ve nihai hedefini değiştirebilecek bir engel mi? Bu olasılıklara göre, Türkiye nasıl bir tepki göstermeli? Bu karşılığın adresi AB mi, yoksa Fransa mı olmalı? AB hedef alınacaksa, nasıl bir strateji belirlemeli? Örneğin, müzakere sürecine bir "ara" verilebilir mi? Fransa hedef alınacaksa, Sarkozy hükümetini etkileyecek ne gibi adımlar atılabilir? Örneğin, ekonomik ve askeri alanda bazı "yaptırımlar" uygulanabilir mi? AB dışişleri bakanlarının Türkiye'nin üyelik perspektifine gölge düşüren kararına Ankara oldukça cılız bir tepki gösterdi. Buna karşılık, AB vizyonuna bağlı TÜSİAD, İKV gibi çevreler, gereken karşılığı vermekte gecikmediler. Hafta başında AB'nin sergilediği tavra biz basit bir "kelime oyunu" olarak bakmıyoruz. Tabii ki,