Önceki akşam CNN-Türk’te Yavuz Oğhan’ın yönettiği “Ne oluyor?” programında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na Sedat Ergin ve Ceyda Karan ile birlikte sorduğumuz sorulara verdiği yanıtlar, Türk dış politikasının yeni yönelişine ışık tutuyor.
Türkiye’nin Batı ile ilişkileri, İran, İsrail, PKK terörü gibi çeşitli meselelerde aldığı tutumu, Bakan’ın izah ettiği yeni dış politika anlayışı çerçevesinde değerlendirmek gerek.
Davutoğlu, bu politikanın temel felsefesini ve parametrelerini -eski akademisyen alışkanlığıyla- anlatırken, son zamanlarda önemli değişiklikleri mümkün kılan coğrafi, tarihi ve insani faktörleri saydı ve Ankara’nın dış dünya ile ilişkilerinin artık Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi kalamayacağını belirtti.
Ancak Davutoğlu çok boyutlu bir dış politika izleyen ve bölgesel, hatta küresel roller oynamaya başlayan Türkiye’nin “önceliklerinin ve tercihlerinin” değişmediğini, dolayısıyla Batı’dan kopmak gibi bir durumun söz konusu olmadığını vurguladı.
Özgüvenli özgün politika
Davutoğlu’nun bu vurgusuna rağmen, Batı’da hâlâ Türk dış politikasının seyri ve “eksen kayması” konusunda ciddi kuşkuların sürdüğü de bir gerçek. Daha geçen gün, ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komisyonu’nda 20 üye Türkiye’nin dış politikasındaki gelişmelerden duyulan düş kırıklığını ve kaygıyı dile getirdi.
Ne var ki, bu kuşkulara rağmen, ABD’nin olduğu kadar Avrupalı müttefiklerin resmi politikaları, “Türkiye’yi kaybetmeme”yi ve kendi saflarında tutmayı hedefliyor. İngiltere Başbakanı Cameron’ın ve Almanya Dışişleri Bakanı Westerwelle’nin Ankara’daki son beyanları da bunu gösteriyor.
Ancak Davutoğlu yeni dış politika anlayışını izah ederken, önemli bir hususun altını çizdi: Türkiye artık başkalarının iradesi ile hareket etmiyor. Kazandığı özgüvenle özgün bir dış politika izliyor. Müttefikleriyle de eşit esasları üzerinde ilişkilerini sürdürüyor. Batı’da bazıları bunu kendi çıkarlarına aykırı bulabilir. Ancak Türkiye kendi çıkarlarını ön planda tutmak zorunda...
“Davutoğlu diplomasisi”nin belirli meselelerdeki uygulamalarını işte bu genel perspektiften ele almak gerek. Örneğin İran konusunda Ankara, nükleer krizin çözümü için kendi inisiyatifini kullanıyor, aktif olarak devreye giriyor ve çıkan engellere rağmen devrede kalmaya uğraşıyor.
Halen İran konusunda iki ayrı süreç rekabet halinde. Biri Türkiye’nin önayak olduğu Tahran Mutabakatı süreci. Diğeri de BM Güvenlik Konseyi’nin kararlaştırdığı yaptırımlar süreci... Aslında ikinci süreç ağır basıyor; ama Türkiye diplomasi sürecini canlı tutmakta ısrarlı. Davutoğlu’na göre, Tahran Mutabakatı hâlâ geçerli ve Batı her şeye rağmen diplomasi sürecine bir şans tanıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin “devre dışı” bırakılması söz konusu değil. Ancak, önceki günkü yazımızda belirttiğimiz gibi bu, “yardımcı rolü”ne soyunan Türk diplomasisinin bir “zorlaması...”
Güvenlik-demokrasi dengesi
Davutoğlu’nun terör konusunda söyledikleri Türk diplomasisinin bu sorunun çözümü için oynadığı rolü öne çıkarıyor. Türkiye dış politikada kazandığı etkinliği bu konuda bütün gücü ile kullanıyor. Bu sayede çevre ülkelerinin, ABD’nin ve Avrupa’nın desteği sağlanıyor.
Ne var ki Irak’taki merkezi hükümetin zayıflığı ve otorite boşluğu, Kuzey Irak’taki PKK varlığına son verilmesini mümkün kılmıyor. Bu arada üçlü mekanizmaların daha aktif olarak devreye girmesine çalışılıyor. Bu çabalar sonuç vermezse, Türkiye’nin askeri bir müdahalede bulunması mümkün mü?
Davutoğlu’na göre, son tahlilde, buna “diplomatik bir engel yok...”
Ancak Bakan bu bağlamda iki önemli tavsiyede bulundu: Birincisi, Türkiye’nin tek bir soruna (teröre) bağlı kalmaması, vizyonunu ve enerjisini bunun tutsağı haline getirmemesidir. Diğeri ise, terörle mücadelenin demokrasiyi daraltmadan, hak ve özgürlükleri kısıtlamadan sürdürmesidir.
Bütün mesele de güvenlik ile demokrasi arasındaki hassas dengeyi tutturabilmek...