TÜRK, İran ve Pakistan liderleri önceki gün İstanbul'da Afganistan'daki savaşın nasıl durdurulacağını görüşürken, başkent Kabil'e bombaların yağması, durumun ne kadar ciddi olduğunu ve nasıl acil bir müdahale gerektirdiğini ortaya koydu.
Üç ülkenin, savaşan tarafları ateşi kesmeye ve soruna barışçı bir çözüm bulmaya çağıran ortak girişimi, silahları susturmaya yetecek mi? Şimdiye kadar BM ve diğer kuruluşların yapamadığını, bu kez "üçler" başarabilecek mi?
Bu konuda iyimser olmak olanaksız; ama bu, Türk - İran - Pakistan girişiminin değerini de düşürmez.
Bakarsınız, bu kez tutar!
Bu inisiyatifin diğerlerinden farkı, Afganistan'daki iç savaşla direkt ilgili sayılan iki ülkenin, İran ve Pakistan'ın bir araya gelmesidir. Bu toplantıyı düzenleyen Türkiye ise, belirli bir mesafede, savaşın durdurulmasında yapıcı bir rol oynayabilecek durumda bulunan bir ülke.
Pakistan'ın halen Afganistan'ın üçte ikisine hakim olan Talaban güçlerine maddi manevi destek sağladığı biliniyor. İran'ın ise, Kabil'den kaçıp ülkenin kuzeyine sığınan Rabbani yönetiminin arkasında olduğu da bir gerçek...
* * *
İSTANBUL'daki toplantının ve yayınlanan ortak bildirinin esas önemi, Pakistan'ın ve İran'ın, Afganistan'daki rakip güçlere destek vermemeyi, aksine onlara silahları bırakıp, barışçı bir çözüm bulmaya yardımcı olmayı taahhüt etmeleridir.
Eğer gerçekten bu iki devlet, taraflara yardımı keser ve onları (yani Talibanlarla Rabbani - Dostum güçlerini) bir araya getirip anlaşmaları için ağırlıklarını kullanırlarsa, bu kanlı savaş durabilir.
Önemli olan, "üçler"in ortak bildiride belirttikleri hususları nasıl hayata geçireceklerdir. İnisiyatifi başlatan Türkiye, bu amaçla "hakemlik" yöntemine başvurulmasını önermiş bulunuyor. İran ve Pakistan'ın da benimsediği bu fikre göre, uluslararası üne sahip, tarafsız ve etkin bazı kişiler (5 - 6 kişi) bir "hakem heyeti" sıfatı ile devreye girip, tarafları uzlaştırmaya çalışacak.
Kuşkusuz bu noktaya ulaşmak kolay değil. Büyük hayallere kapılmaya gerek yok. İstanbul deklarasyonu ile her şey hemen yoluna girecek değil. Ama bu inisiyatif, gene de olumlu bir gelişme sayılır. Nitekim, Batı başkentlerinde ve BM'de bu girişim ilgi gördü. Hatta dünya basını bu girişimden - D - 8'lerin İstanbul toplantısından çok daha fazla - söz ediyor.
* * *
DOĞRUSU D - 8 olayı bu aşamada dünya kamuoyunun pek dikkatini çekmedi. Türkiye'de de bu, yeni bir tartışma konusu oldu. Bu fikrin babası olan Erbakan, İstanbul toplantısını büyük bir başarı sayarken, muhalifler, olayı baştan bir fiyasko olarak görüyorlar.
Geçen günkü yazımda da belirttiğim gibi, gerçeği ikisinin ortasında aramak gerek. D - 8'lerin oluşmasını, Türkiye'nin parlak bir zaferi saymak ve hele bunun rolünü şimdiden abartıp "dünyayı şekillendirecek" bir güç olarak göstermek, hayalperestlik olur. Yalnızlığa itilen İran'ın D - 8'leri "yeni bir kutup" olarak tanımlaması ve Batı'nın kurumlarına ve politikalarına karşı bir "seçenek" sayması kendi açısından bir anlam taşıyabilir. Ama, küreselleşmeyi ve Batı ile bütünleşmeyi amaçlayan Türkiye'nin D - 8 gibi bir topluluğu bir alternatif olarak görmesi ve ona öncelik vermesi, elbet düşünülemez.
İstanbul toplantısı, D - 8'ler konusunda başta hayal çizgisini aşan bazı fikirlerin ve umutların, daha gerçekçi bir zemine oturtulmasına yol açması bakımından yararlı oldu. Bunun (başta söylendiğinin aksine) sırf bir "Müslüman kulübü" olmayacağı, ayrıca "nüfus ve doğal zenginlik" kıstaslarının dışında, başka ülkelere de açık olacağı ilan edildi. Tansu Çiller bunu vurgularken, Abdullah Gül de, D - 8'lerin Türkiye'nin dış politikasında Avrupa Birliği gibi toplulukların yerini almasının söz konusu olmadığını belirtti.
Bu "mütevazi" amaçları ve "dengeli" aktiviteleri çerçevesinde, "D - 8 deneyi"ni sürdürmekte yarar olabilir.
Bakarsınız, bu da, yeni konjonktür içinde, tutuverir!