Sami Kohen

Sami Kohen

skohen@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

DÜNKÜ yazımızda hükümetin “çok eksenli” veya “birden fazla öncelikli” bir dış politikaya doğru yöneldiğini belirtmiştik.
Türk dış politikasında önemli bir değişiklik anlamına gelen bu yeni yönelişin sağlayabileceği kazançlar ve karşılaşabileceği riskler nedir?
Bu yaklaşımın temelindeki düşünce, günümüzde siyasal krizlerin ve çatışmaların çoğunun bölgemizde cereyan ettiği ve dolayısıyla Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak, olup bitenlere zamanında, aktif olarak müdahale etmesi gerektiğidir. Gene bu görüşe göre, Türkiye bölgedeki sorunların halledilmesi için inisiyatifini kullanırken, kendi pozisyonunu (bu, her zaman Batı’nın politikalarıyla uyuşmasa dahi) ön planda tutmalıdır.
Son dönemde Ankara’nın böyle bir dış politika anlayışıyla birçok bölgesel meselelerde devreye girdiği, kendi inisiyatifiyle arabuluculuk veya kolaylaştırıcılık rollerini üstlendiği görüldü. Suriye ile İsrail, Pakistan ile Afganistan, Gürcistan ile Rusya, İran’la Batı, Iraklı Sünnilerle Şiiler arasında harcadığı uzlaştırıcı çabalar gibi...
Bu girişimlerin her zaman sonuç verdiği söylenemez tabii. Ama Türkiye bu çabalarıyla iyi niyetini göstermiş ve sesini duyurmuş oldu...

“Biz de varız”...
ERDOĞAN hükümetinin bu girişimleri yaparken amacı, bölgede huzuru ve istikrarı sağlamak olduğu kadar, Türkiye’ye ve AKP’ye itibar kazandırmak olduğu açık. Nitekim yetkililer, her vesileyle, “Bu olayda biz en önemli rolü oynadık” veya “Biz her toplantıda varız” gibi ifadeler kullanmaktan geri kalmıyorlar.
Türk diplomasisinin bazı krizlerde devreye girip olayları kendi görüşleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışması amaca hizmet ediyor. Ama bazen de tarafların veya ilgili güçlerin tepkilerine yol açıyor. İran nükleer krizinde Batı’nın ve özellikle ABD’nin, Başbakan’ın bazı söylem ve davranışlarından rahatsızlık duyduğu ve bu nedenle “Türkiye kimden yana?” veya “Ankara saf mı değiştiriyor?” gibi soruların sorulduğu hatırlardadır. Benzer sorular, Gürcistan krizi sırasında da soruldu. Şimdi de Gazze krizi vesilesiyle soruluyor...
Bu sorulara resmi ağızların verdiği yanıt böyle bir şeyin söz konusu olmadığı yönündedir. Ne var ki, Türk dış politikasının yönlendirenler, artık Türkiye’nin eskisi gibi sadece tek eksene (yani Batı’ya) bağlı olarak değil, duruma göre birden fazla önceliklerle veya tercihlerle hareket ettiğini açıkça söylüyorlar.
Bu politikanın ne kadar avantaj sağladığı, ne kadar risk taşıdığı, ancak uygulamalarla belli olacaktır. Türk diplomasisinin son dönemde bazı girişimleri gerçekten Türkiye’nin bir bölgesel güç olarak ortaya çıkmasını, etkinlik ve itibar kazanmasını sağlamıştır. Ama bazı davranışlar, içte ve dışta, kaygılara ve ters tepkilere yol açmıştır.

Üslup da önemli
GAZZE krizinde Türkiye, Hamas’ı ateşkes sürecine angaje etmek ve böylece başkalarının yapamadığını başarmak düşüncesiyle devreye girdi. Yani diplomatik çabalarını daha çok “Hamas kulvarı”nda harcadı. Ancak bunu yaparken özellikle Başbakan’ın bazı sözleri ve üslubu, sadece Batı’da değil, Mahmud Abbas’ın Filistin yönetiminde ve Kahire’de Hamas’tan yana bir tavır olarak algılandı. Şimdi Dışişleri Bakanı Ali Babacan bu izlenimi değiştirecek açıklamalar yapıyor...
Hükümetin izlemeye çalıştığı çok boyutlu veya çok eksenli politikada, dikkat etmesi gereken hususlardan biri, alenen yapılan konuşmaların içeriği, tonu ve üslubudur. Diğer önemli -ve temel -husus çok boyutlu dış politikanın Batı’dan kopma veya uzaklaşma noktasına gelmemesidir.
Kısacası, dış politikada yeni ayarlamalar yapılırken, bundan neyin kazanılacağı ve kaybedileceği, yani “aktif-pasif” hesabının iyi yapılması, uygulamada da dengelerle beraber üsluba dikkat edilmesi gerekmektedir...