Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Suriye’deki şiddetten ve zulümden kaçan insanlara kapılarımızı açınca dünyanın gözünde takdir topladık. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu da, bunun bir insanlık görevi olduğunu vurgulayarak, Esad’dan kaçanların Türkiye’nin şefkatli kollarına güvenebileceklerini tekrarlayadurdular.
Ancak Gaziantep’in İslahiye ilçesindeki kampta çıkan isyandan sonra sığınmacılara karşı hava değişmeye başladı. Türk bayrağının indirilerek Suriye bayrağının asıldığına, ayrıca polislerimizin rehin alındığına dair haberlerle birlikte, “nankörler” ve “rahat battı mı?” şeklindeki eleştiriler gelmeye başladı.
Sığınmacıların kampa 1500 Türkmenin gelmesi üzerine ayaklandıklarına dair bilgiler ise etnik damarlarımızı tınlatarak olumsuz algıyı iyice besledi. Çok az kişi, “Canlarıyla kaçan bu insanları ayaklanma noktasına iten nedir?” diye sorgulama gereğini duydu.
Ancak basın sayesinde ortaya çıkmaya başlayan manzara, kamplardaki koşulların hiç de iyi olmadığını gösteriyor. Aslında yabancı ajanslar bu gerçeği son dönemde duyurmaya başlamışlardı. Fakat bizi en çok etkileyen, gazetemizden Aslı Aydıntaşbaş’ın Kilis’te sığınmacılar için kurulan konteynır kentten bildirdikleri oldu.

‘Toplama kampı’
Aslı’nın yazdıklarından ortaya ne yazık ki insanlık adına kurulmuş bir kamp görüntüsü çıkmıyor. Aksine, 45 derece altında yaşamaya çalışan çaresiz kadınların gelenlere “su, su!” diye seslendikleri, elektriği olmayan, hijyen ile alakası bulunmayan ve bu nedenle her türlü hastalığa davet çıkaran bir “toplama kampı” görüntüsü var.
Özetle insanları isyana sevk etmek için gerekli koşullar hazırlanmış. Ülkemiz adına hiç de övünç verici olmayan bu manzaranın Türkiye’de alışık olduğumuz ihmallerden mi, maddi olanaksızlıklardan mı, yoksa sığınmacıların yarattıkları huzursuzluklar nedeniyle cezai amaçlı bir niyetten mi kaynaklandığı ise belli değil.
Aslında, gördüğümüz kadarıyla, bu şıkların hepsi belli ölçüde geçerli. Örneğin Aslı, Kilis kampında sadece sığınmacıların değil, İstanbul’dan getirilmiş olan Çevik Güç mensuplarının şikayetlerini de aktarmış.
Bunlar “Bazı günlerde kumanya gelmediği ya da nöbet bitmediği için iftarı 1 saat sonra açıyoruz. Uzun saatler çalışıyoruz. Maaşlarımız İstanbul’dan az. Kampta hep gerilim var. Uyumaya gidip sonra yeniden nöbete geliyoruz” diye konuşmuş.
Bu arada, Aslı sayesinde, isyandan sonra kadın, çocuk, yaşlı demeden “kolektif ceza olarak” sığınmacılara iki gün süreyle su ve elektrik verilmediğini de öğreniyoruz.

Ülkeye yakışmıyor
Bu genel manzara ne hükümetin dünyaya vermek istediği “insanlığa hizmet” görüntüsüyle uyuşuyor, ne de -Aslı’nın ifadesiyle - dünyanın 16’ncı büyük ekonomisi olmakla övünen bir ülkeye yakışıyor.
Sığınmacılara dönük “nankörler” suçlaması yerine, burada hükümete dönüp asıl sorulması gereken şudur:
“Mademki altından kalkamıyorsunuz, o zaman bu işe niçin giriştiniz?” Yanıtı ise bizce ortada.
Suriye krizinin bu kadar sürmesi beklenmedi. Ankara’daki hesaba göre, diğerleri gibi, Esad da kısa sürede gidecek, Türkiye ise hem Esad’a karşı duruşu hem de sığınmacılara uzattığı insanlık eli yüzünden “siyasi prim” yaparak yeni Suriye’de söz sahibi olacaktı.
Bu hesap şu ana kadar tutmadığı gibi, Türkiye Suriye’de yaşananlar yüzünden çok daha fazla sığınmacı ile karşı karşıya kalabilir. Bu yüzden Suriye tarafında kurtulacak bir “tampon bölge” söylemi tekrar canlandırıldı.
Fakat bu kuruldu diyelim, kendi kamplarına yetişemeyen Türkiye o bölgeye insani yardımı nasıl yetiştirecek? Uluslararası yardım istedi o da geldi diyelim; o zaman Ankara, ulusal güvenliğimizi ilgilendiren o bölgenin uluslararası koruma altına girerek denetimimizden çıkmasına razı olacak mı?
Suriye krizi önümüzdeki dönemde bu ve benzeri soruların daha fazla sorulmasına yol açacak. Ancak sığınmacılara dönecek olursak misafirlerin ev sahibine karşı elbette ki sorumlulukları var. Fakat bu durumlarda ev sahibinin de ciddi sorumlulukları olduğu unutulmamalı.
Hele hele “insanlık” adına büyük iddialarla ortaya altılıyorsa...